Kâinâta ibret nazarıyla bakıldığında görülmektedir ki; bal yapan arı, yumurta veren tavuk, süt veren koyun, hattâ yavrusunu bakışlarıyla besleyen bir yılan dahî, fıtratının bir gereği olarak neslini devam ettirme gayreti içerisindedir. Bütün yaratılan mahlûkat için bu kâide geçerlidir.

İnsan da içinde bulunduğu âlemde cârî olan âdetullah gereği, neslini idâme ettirme arzusundadır. Fakat bir mü’minin nesil endişesi, diğer mahlûkattan çok daha ulvîdir.

Nitekim mü’min; evlât ve torunlarıyla sadece kendi soyunun sürmesi derdinde değildir. Onun esas endişesi; Allâh’ın fazl u keremi ve kendisini yetiştiren büyüklerinin gayretleriyle sahip olduğu îman, ibadet ve ahlâk ölçülerini, evlâdına nakledebilmektir. Onun gönlü, evlâdının sadece bu dünyasını değil, ebedî saâdetini kazanma düşüncesiyle yoğrulmaktadır. Gayreti sadece bu fânî cihan için değil, ebedî olan âhiret yurdu içindir.

Çünkü bir mü’min bilir ki; bu dünya bir imtihan yurdudur ve “Esas hayat, âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Rikāk, 1)

Bu sebeple; evlâtlarının dünyevî istikbâli için gayret ettiği ve dünyalığını helâlinden kazandığı gibi; sonsuz âhiret yolculuğunun yegâne azığı olan takvâyı da ihmâl etmez.

Elbette mü’min, bu dünyada evlâdının rızkını düşünür. Fakat onun asıl endişesi, o lokmaların helâl olup olmadığıdır. Evlâdına verdiği terbiye istikametinde, onun Cennet nîmetlerini mi; yoksa -maâzallah- Cehennem azâbını mı tadacağını düşünür.

Elbette her ana, üşüyen yavrusunun üstünü örter. Onu en güzel kıyafetler içinde görmek ister. Fakat âhiret inancına sahip bir anne; evlâdını öbür âlemde Cennet ipeğinden atlas kaftanların mı, Cehennem’in yalaz yalaz ateşinin mi saracağı endişesiyle çok daha fazla meşgul olur.

Allâh’a ve âhirete îmân eden bir insan, evlâtlarının dünya ile âhiret saâdeti karşı karşıya geldiğinde; hiç düşünmeksizin, dünyayı elinin tersiyle iter ve âhireti tercih eder... Deryayı bırakıp damlayı almak ahmaklığına dûçâr olmaz.

Evlâdım dünyada tıka basa doysun da, isterse âhirette zehir-zıkkım yesin diyemez!

Dünyada istikbâli parlak olsun da, varsın âhirette yüzü karalardan olsun diyemez!

“Bu dünyada gününü gün etsin, nasıl olsa âhirette affa mazhar olur.” şeklindeki şeytan aldatmacasına kanmaz. Âhiret yanında dünya saâdetinin bile ancak ve ancak Allâh’ın emrettiği ve Rasûl’ünün gösterdiği temiz, nezih ve huzurlu hayatı yaşamakla elde edilebileceğini idrâk eder. Sefâleti, sefâheti ve rezâleti; saâdet diye, hürriyet diye takdim eden şeytanlaşmış kimselere, aldatıcı reklâm ve modalara; küfür diyarından esen soğuk rüzgârlara asla kapılmaz.

Hakkı hak bilip ona ittibâ; bâtılı bâtıl bilip ondan ictinâb etme düstûruyla ve niyâzıyla yaşar. Evlâtlarını bu şuurda yetiştirir. Esas sürdürülmesi gereken neslin; biyolojik değil, mânevî nesil olduğunu bilir.

Nitekim îmanla yoğrulmuş edebiyatımızın ilklerinden Garibnâme adlı tasavvufî eserin müellifi olan Âşık Paşa, insanoğlunun neslinin devamı için dört yol saymıştır:

1. Sulbî nesil: Kişinin kendi neslinden gelen evlâdıdır ki, bunların devamlılığı kadere bağlıdır. Gün gelir, kesilebilir. Kesilmese de, bir insan en fazla torununun torununu görür, arkadan gelenler hayırlı olursa ne âlâ, aksi hâlde kişiye hiçbir faydası olmaz.

Nitekim birkaç nesilden sonra çoğu insan dedelerini bile tanımaz. Evlâtların hayırlı olup olmayacakları da meçhuldür. Bir mü’minin; Hazret-i İbrahim gibi, zürriyetinin mü’min, namaz ehli, Hakk’a itaatkâr nesiller olması için fi ilî ve kavlî duâdan başka yapacağı fazla da bir şey yoktur.

2. Mâlî nesil: Kişinin mal ve mülkü ile yapmış olduğu hayır hizmetleridir. O hizmet ve hayır eserleri devam ettiği müddetçe sahibine sadaka sevabı yazılır. Bunu idrâk eden ecdâdımız, sulbî nesillerine daha fazla mal bırakmak yerine; hayır-hasenât şuuruyla vakıfl ar kurarak, halka hizmet ve Hakk’a ibadet etmiş; amel defterlerinin ömrünü asırlarca uzatmışlardır. Bugün adlarını; geride bıraktıkları camileri, vakıfl arı, çeşmeleri sayesinde hâlâ hayırla yâd ettiğimiz niceleri var ki, sulbî nesillerinin devam edip etmediğini bilen, bununla ilgilenen bile yok...

3. İrşâdî nesil: Kişinin yetiştirdiği ve arkasında bıraktığı hayırlı evlât ve talebelerdir. Onlar da insan yetiştirdikleri müddetçe bu nesil devam edip gider. Bugün meselâ Hanefî mezhebinde yetişen her âlim, Ebû Hanîfe Hazretleri’nin asırlar sonra gelen bir evlâdı hükmünde değil midir? Nitekim yakın zamana kadar, seyyidlerin neseb şecereleri gibi, ilmî icâzet şecereleri de çıkarılır, her talebe; Hazret-i Peygamber j’den kendisine kadar ilmin hangi silsileyle geldiğini bilir, bununla tahdîs-i nîmet kabîlinden iftihâr ederdi.

4. İlmî ve irfânî nesil: Kişinin Hak yolunda kulların dimağ ve gönüllerini besleyici mâhiyette yazdığı hayırlı eserlerdir. En kesintisiz ve en verimli nesil de budur. Zira telif edilen bir eser, kıyâmete kadar gelecek olan meçhul muhataplara gönderilen bir mektup mâhiyetindedir.

İşte Hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevî’si, İmâm-ı Rabbânî’nin Mektûbât’ı, İmâm-ı Gazâlî’nin İhyâ’sı ve emsalleri...

Ciltleri elden ele, muhtevâsı dilden dile, kulaktan kulağa, gönülden gönüle aktarılıyor, yaşıyor...

Bugün millet ve toplum olarak evlâtlarımızın hâlini bir muhâsebe edelim:

Dün kendi evlâtlarıyla birlikte, başta ümmetin yetimleri olmak üzere insanlığın yetimleri olan köle çocuklarına el uzatan milletin yerini; bugün kendi evlâdını sokağa terk eden öz anne-babalar mı alıyor?..

“Nazar ber-kadem” düstûruyla, gözleri hicâb ile ayaklarının ucunda olan delikanlıların; İslâmî vakar ve edeple müzeyyen, maddî-mânevî tesettür zırhına bürünmüş hanımefendilerin yerini; süfl î arzular peşinde ömür tüketen, kadın mı erkek mi olduğu zor seçilen bir güruh mu alıyor?..

Helâlden istifade ederken bile titreyen, israftan tiksinen; lüksün ve modanın adını bile duymamış bir merhamet toplumunun yerini; haram ve şüphelilerin selinde boğulan, Allâh’ın lânetlediği cürümlerin batağına daha fazla gömülmek için dünyasını sefi l, âhiretini perişan eden yığınlar mı alıyor?

Velhâsıl mal ve evlât, en mühim imtihan vesîlesidir. Bu iki nîmet güzel değerlendirildiğinde, amel defterini kıyâmete kadar açık tutacak bir uhrevî kazanç kapısıdır. Fakat mal-mülk, onun gerçek sahibi olan Cenâb-ı Hakk’ın arzusu istikametinde tasarruf edilmezse; kişiye büyük bir vebâl olur. Evlât da, onları emânet olarak lûtfeden Allah Teâlâ’nın râzı olduğu şekilde terbiye edilmezse; anne-baba için ancak bir musîbettir.

Rabbimiz bizlere, zürriyetimizden göz nûru ve hayru’l-halef evlâtlar nasîb eylesin. Nesillerimizi, Allâh’a hakkıyla kul ve Habîb’ine lâyıkıyla ümmet olabilecek kıvamda yetiştirmeyi, böylece bir rahmet toplumu inşâ edebilmeyi müyesser kılsın.

Bizlere; arkamızdan sadaka-i câriye olacak ve amel defterlerimizi kıyâmete kadar sevaplarla dolduracak sâlih nesiller, hayırlı talebeler ve faydalı eserler bırakabilme nîmetini lûtf u keremiyle ihsân eylesin.

Âmîn!..


Osman Nuri Topbaş'ın Yazısı.