Bilgiye ulaşmanın böylesine kolaylaştığı ve ucuzladığı günümüzde, karşımızdaki en büyük tehlike, “haddini bilmek” kavramının unutulmasıdır. Modern insan, eline geçen imkânların verdiği şımarıklık ve azgınlıkla, Rabbinin karşısındaki sorumluluklarını unutmuş, her şeyi tartışmaya açma cüretini kendisinde bulmuş, sınır ve hudut tanımaz bir varlık haline gelmiştir.

Yıllar önce, Kur’ân’ın hükümlerinin ve bunların günümüze uygunluğunun tartışıldığı bir ortamda, kenarda epey rahat şekilde oturan biri lâkayt bir üslupla söze karışmış ve şöyle demişti: “Bence yeniden gönderilmesi lazım. Zaman çok değişti çünkü.” Sohbetteki diğer kişilerin müdahalesi ve itirazı da fikrini değiştirmeye yetmemişti. Kafasını iki yana sallıyor, düşüncesinde ısrar ve inat ediyordu. Müslüman bir toplumda, Müslümanların arasında, hem de Kur’ân hakkında yaşanan bir diyalogdu bu. ​

Sonraki dönemlerde, özellikle teknolojinin gelişmesiyle ve “sanal sohbet” ortamlarının yaygınlaşmasıyla, benzer şeyleri savunan başkalarını da gördüm. Bazen, direkt şekilde “Kur’ân’ın hükümlerini inkâr” biçiminde tezahür eden bu durum, çoğu kez bir kafa karışıklığı, içinden çıkamama ve hükümleri modern hayatla uyuşturamama şeklindeydi. Her hâlükârda, Kur’ân tartışılmaya devam ediyor, öyle ya da böyle, hayatımızın merkezindeki ve gündemimizdeki yerini koruyordu. ​

Türkiye gibi fikrî yönden arada kalmış ve kararını bulamamış toplumlarda, Kur’ân’la ilgili tartışmaların sıklıkla yaşanması normal. Verilen fetvaların medyanın diline dolanması, haftalarca manşetlerden inmemesi, cahil insanların bu fetvaların peşinden sürüklenerek meseleyi çığırından çıkarması da anlaşılır. ​

Ancak, yakından bakılınca, meselenin Kur’ân’ın üslubunda ve anlatım tarzında düğümlendiği görülüyor. Rabbimiz, bugün tartışılan ve çeşitli ihtilaflar doğuran birçok meseleyi, dümdüz ve ihtilafa mahal bırakmayacak bir açıklıkla beyan edebilirdi. Kelâmını inzâl buyururken seçtiği kelimeler ve ifade tarzı, tamamen bizim mantığımıza ve algılarımıza uygun olabilirdi. Fakat O, böyle yapmayı murad etmedi. Aksine, çeşitli manalara gelebilecek kelimeleri tercih buyurdu, ayetlerin en doğru biçimde anlaşılmasını da Rasûlullah Efendimizin hayatına ve sünnetine müracaat şartına bağladı.

Aslında muhatap olduğumuz soru şuydu: Kur’ân’a ne kadar iman ediyoruz? Kur’ân’a iman etmek suretiyle, sünnete ittibamızın derecesi ne? Kendi benliklerimizi, menfaatlerimizi, ön kabullerimizi ve kalıplarımızı terk edip, nassa gerçekten teslim oluyor muyuz?

Tarihselcilik adı altında yürütülen bazı tartışmalar, “bu ayet güncel değil” vb. yorumlar, “ayeti yeniden ele alalım” şeklindeki bakışlar, tümüyle bu imtihanın parçaları. Herkes (siyasetçi, âlim, akademisyen, tüccar…) imtihanda. Kur’ân’a ne kadar teslim oluyoruz, hangi ayete nasıl yaklaşıyoruz, ayetleri anlarken Elçi’ye ne kadar söz hakkı tanıyoruz, çıkardığımız sonuçların doğruluğunu hangi yöntemlerle test ediyoruz, ayetleri hayatımıza hangi düzeyde geçiriyoruz? İmtihanımızın soruları da bunlar.

Son haftalarda Türkiye’de yaşanan “kadının dövülmesi” merkezli tartışmalara bakın mesela. Herkes eteğindeki taşları döküyor bu vesileyle. Ve herkesin, Kur’ân ve Sünnet’le nasıl bir bağlantı kurduğu da bütün çıplaklığıyla ortaya dökülüyor. Tabii bu arada, fitne kazanını kimlerin kaynattığı, kimlerin bu fitneye balıklama daldığı da…

Rabbimiz eğer dileseydi, o ayette “darabe” fiilini kullanmayabilirdi. Hatta, öyle bir ayeti hiç indirmeyebilirdi. Böylece birçok tartışma hiç başlamadan biterdi, bazı Müslümanlar da durmaksızın kendi kitaplarını tevil zahmetinden ve inkârcılar karşısında içine düştükleri suçluluk duygusundan kurtulurdu.

Fakat böyle olmadı. Kur’ân, üslubuyla da imtihanımız çünkü. Rabbimizin sadece söylediklerine değil, söyleyiş şekline ve bizim için münasip gördüğü toplumsal düzene de rıza göstermek durumundayız. Hz. Ali’nin o muhteşem tanımıyla: “Kulluk, Rabb’ın yaptığı her şeyden razı olmaktır.” Hepsi, başımız-gözümüz üstüne. Kadınıyla, erkeğiyle bütün Müslümanların boyun eğmesi gereken ölçü budur. Ötesi, başka gündemlerin peşine takılmaktır, boş lakırdıdır.

• • •

Her dönem, kendi imtihanlarıyla geliyor. Bilgiye ulaşmanın böylesine kolaylaştığı ve ucuzladığı günümüzde, karşımızdaki en büyük tehlike, “haddini bilmek” kavramının unutulmasıdır. Modern insan, eline geçen imkânların verdiği şımarıklık ve azgınlıkla, Rabbinin karşısındaki sorumluluklarını unutmuş, her şeyi tartışmaya açma cüretini kendisinde bulmuş, sınır ve hudut tanımaz bir varlık haline gelmiştir. Bu, biz Müslümanları da direkt şekilde etkileyen bir durumdur. Önümüzdeki dipsiz bir uçurumdur.

Haddimizi aşmamak adına, imanımız ve kimliğimiz üzerinde derin bir tefekküre ihtiyacımız var. Bize dayatılan gündemlerin ardından koşturmamak, istikametimizi bozmaya çalışanların oyunlarına gelmemek ve inandığımız şeylere samimiyetle sarılmaktan vazgeçmemek için bu şart. Böyle yapmadığımız takdirde, milyonlarca başsız ve bakışsız bedenin ortalıkta gezindiği, önüne gelen tarafından güdülmeye teşne, kocaman bir sürüden farkımız kalmaz.

• • •

Kur’ân ve sünnetin kıymetini ifade eden şu üç ayet, hem kulağımıza küpe olsun, hem de bizi yeniden ve tekrar düşünmeye sevk etsin:

1) “İman edenlerin Allah’ı anma ve O’ndan inen Kur’an sebebiyle kalplerinin ürpermesi zamanı daha gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onlardan birçoğu yoldan çıkmış kimselerdir.” (Hadîd: 16)

2) “And olsun ki içlerinden, kendilerine Allah’ın ayetlerini okuyan, (kötülüklerden ve günahlardan) kendilerini temizleyen, onlara Kitab’ı ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle, Allah, mü’minlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Hâlbuki onlar daha önce apaçık bir sapkınlık içindeydiler.” (Âl-i İmrân: 164)

3) “Hayır; Rabbine and olsun ki: Aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin hükmü içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe iman etmiş olmazlar!” (Nisâ: 65)


Taha Kılınç'ın Yazısı.