Abdullah Güner

Şiir, insan yaşadığı müddetçe yaşayacaktır; çünkü vicdanın sesidir. Şiir de vicdan da ölmedi ama vicdanın sesi, bunca kalabalık, bunca araç-gereç, bir sürü uğraş arasında kısıldı. Kısılsa da insan daima vicdana muhtaçtır ve bir gün vicdanlar onca makine yığını arasından haykıracaktır. Bana göre, çağımız şiire, geçmişe göre daha da muhtaç ve bu ihtiyaç, zamanla şiirin daha da güçlenmesine yol açacaktır.

Alaattin Karaca kimdir? 1963’te Çorum’da doğdu. Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi (1985). 2011’de Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne Profesör olarak atandı. Hâlen bu üniversitede çalışmaktadır. Karaca’nın birçok araştırması ve kitabı yayımlandı.

Ülkemizde, “Muhafazakârlar siyasal iktidarı ele geçirdiler ama kültürel iktidar hâlâ bizde” diyen bir zümre var. On beş yıl iktidarda kalmış bir yapı nasıl olur da kültürel iktidarını tesis edemez? Niye “kültürel iktidar” olamıyoruz?

Evvelâ, “kültürel iktidar” kavramı, başka kültürleri dışlamayı ve üzerlerinde egemenlik kurmayı çağrıştırdığından doğru bir kullanım değil! Aslolan, her türlü kültürün kendi tabii ortamında yaşamasına izin verilmesidir.

Türkiye’nin aslî kültürü, elbette İslâm’la yoğrulmuş, İslâm’ın şekillendirdiği bir kültürdür. Bu kültür, Tanzimat’tan sonra tedricen, Cumhuriyet’ten sonra da radikal biçimde, büyük bir değişime uğradı. Osmanlı’nın çok uluslu, çok dilli, çok kültürlü yapısı, Balkan, Birinci Dünya ve İstiklâl Savaşı’ndan sonra giderek “ulusal kültür” hüviyetine büründü. Bu süreçte Batı kültürünün küresel rüzgârlarını da arkasına alarak, tüm İslâm dünyasında etkili olduğu inkâr edilemez. Dolayısıyla İslâm bilim ve sanatlarının Batı kültürü gücü karşısında, hem maddi hem manevi olarak geriye çekildiği söylenebilir.

Kültürde 150 yılın sonunda meydana gelen bu kopuşu, 15-20 yılda, siyasal iktidar da olunsa, ıslah kolay değil! Çünkü evvelâ, kopan zinciri bağlamak, gelenekle yeniden köprü kurmak gerekiyor. Ancak söz konusu süreçte geleneğe ulaşabilecek bilgi ve beceriye sahip bir nesil de ortadan kalkmıştır. Şimdi böyle bir nesli yetiştirmek, hem zaman alır, hem eğitim kurumlarının yeniden düzenlenmesini gerektirir. En azından bundan 200 yıl önceki kültürel eserleri okumak, anlamak, sonra da çağın formlarına uygun şekilde yeniden ibda etmek... Zor ve zaman isteyen, program gerektiren bir iş.

Bu, sadece siyasal iktidarla çözülecek bir mesele değildir. Müslüman camianın tabii bir hâl üzere kendi gayretiyle gelişmesi gerekiyor. Geçmişte önünde siyasi-kültürel engeller vardı, onlar aşılıyor. Ama şimdi asıl aşmamız gereken engel, bizde o süreçte oluşan “kültürel/zihinsel boşluk.” Müslüman camianın artık bu “kültürel/zihinsel boşluk”tan kurtulması gerekiyor.

Açıkçası medeniyetin maddi cephesini elde etmeye çabalayan bu kitlenin, artık medeniyetin salt maddi cephesiyle fethedilemeyeceğinin farkına varıp, kültürel cephesini fethetmeye çabalaması gerekiyor.

Türkiye bir yandan global kültür endüstrisine entegre olmaya zorlanıyor ya da mecbur bırakılıyor, bir yandan da millileşme hamleleri yapıyor. Bu büyük küresel güç karşısında “yerli ve milli” kalabilir miyiz?

Önce şunu kabul edelim, bu iletişim çağında, kültürler birbirleriyle alışveriş yapacaklar. Bundan kaçış yok. Osmanlı kültürü de pek çok kültürden birçok şey aldı. Mesela Bizans’tan… Ancak aldığı kültürü temellük etti, dönüştürdü, İslam kültürüne mal etti.

Bu noktada bizim başka kültürlerden bir şey almaktan korkmamamız lazım. Söz konusu küresel kültür endüstrisi karşısında kültürümüzü nakledecek kurum ve teknolojik güçten mahrum oluşumuz sebebiyle zayıfız. Bizimkisi bu durumda sürekli alıcı pozisyonunda olmak, taklit ve aldığımıza dönüşmek oluyor. Oysa aldığımızı kendimize dönüştürmeliyiz.

Kendimize dönüştürebileceğimiz bir kültür üretimi yapılamaz mı?

Yapılabilir elbet! Bunun ilk yolu, evvela öz kültürümüzü sağlamlaştırmaktan geçiyor. Batı nasıl, kendi medeniyetinin kaynaklarına yöneldi ve kültürde bir Rönesans yaptı ise İslâm medeniyeti de kendi kaynaklarına dönüp yeniden “diriliş” hamlesi başlatmalı.

Bunun için geleneksel kültürle irtibat kurmak, Osmanlı’nın önemli kaynaklarını acilen yeni harflere aktarmak lazım. Bu yetmez! Peşinden o eserleri bugünkü neslin anlayacağı dille yorumlamak ve ardından genç sanatkârların onlardan yeni, çağın dertlerine uygun, çağın dili ve formuyla eserler ortaya koyması gerekiyor.

Söylediğim, aslında geleneğin, birkaç aşamadan geçtikten sonra, çağa uygun halde dönüştürülmesi, yeniden canlandırılması. Bu yapılırsa, romanlara, hikayelere, sinemaya, müziğe “değişmeyen öz” taşınabilir, bir diriliş hareketi başlatılabilir. 

Yerlilik ve millilik, hepimizin meselesi olabilir mi?

Herkesi bu yolu izlemesi için zorlamaya gerek yok. Önemli olan, yerli ve milli sanat anlayışı üzere az da olsa, nitelikli seviyeli eserler ortaya koymak. Sanatta seviye ve nitelik, seviyesizi kovar. Aslolan kalabalık ve egemen olmak değil, az da olsa seviyeli ve nitelikli eser üretmek! Sanatta kalabalıklara bakmayın siz, nitelikli ve seviyeli olan, kültür piyasasını yönlendirir. Müslüman camia artık bunun peşinde olmalı. 

Türkiye’de entelijansiyanın aşamadığı sorunlar nelerdir?

Türk aydınlarının aşamadığı en büyük sorunlardan biri, kendi kaynaklarına ulaşamamak, onları anlayamamak, onlardan yararlanamamak. İkincisi, kendini sorgulamamak, eleştiri kültürüne aşina olmamak. Üçüncüsü, sanat/edebiyat dünyamızın sahih yol ve yöntemden uzak oluşu… Genç aydınların önünde, onlara kılavuzluk edebilecek, donanımlı şahsiyetlerin olmaması. 

Şiirle bitirelim... Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç, İsmet Özel gibi isimler genç yaşta şiirleriyle dikkat çekmeyi başardılar. Bugün benzer etkide yetenekli genç şairlerle neden karşılaşmıyoruz? Şiir ölüyor mu?

Her devrin şartları farklı. O dönemler, güçlü sesin öne çıkmasına elverişliydi. Mesela Büyük Doğu gibi başka dergi yoktu, varsa da bir iki tane. Edebiyat, toplumda daha çok etkiliydi. Ancak 21. yüzyıl, teknoloji ve iletişim çağı, çokseslilik, uğultu, kalabalık, kültüre de egemen olmaya başladı. Edebiyat dergileri, yazarlar, şairler çoğaldı, hatta korolar oluştu, dünyevileşmenin de etkisi var bunda. Oysa korolarda solo sesler kaybolur. Şimdi kültürde “koro çağı”, solo seslerin fark edilmesi daha zor. Ama bu, şiirin öldüğü, öleceği anlamına gelmez.

Şiir, insan yaşadığı müddetçe yaşayacaktır; çünkü vicdanın sesidir. Şiir de vicdan da ölmedi ama vicdanın sesi, bunca kalabalık, bunca araç-gereç, bir sürü uğraş arasında kısıldı. Kısılsa da insan daima vicdana muhtaçtır ve bir gün vicdanlar onca makine yığını arasından haykıracaktır. Bana göre, çağımız şiire, geçmişe göre daha da muhtaç ve bu ihtiyaç, zamanla şiirin daha da güçlenmesine yol açacaktır.

Ve şundan eminim: Müslümanlar her çağın olduğu gibi, bu makine çağının da en güçlü vicdanıdır. Çünkü İslâm, Batı’nın unuttuğu vicdandır. Vicdan susmuş olabilir ama bu suskunluk onun öldüğü anlamına gelmez. Şiir de öyle…


GENÇ'ın Yazısı.