Gül Kokan Kurabiye
Hz. Yuşa’nın kabri upuzun, Şuayb Vadisi bereketli ve yeşil. Bir su kuyusunda karşılaşan Musa ve genç kızın hikâyesi burada başlamış. Şuayb’ın kabrinde Srilankalı Müslümanlar dua ederken ben de amin diyorum. Güvenmek ne kadar güzel!
Amman’ın en yüksek tepesine kurulmuş Citadel*. Bronz çağından kalma mağaraların üstünde Roma devrine ait yapılar, Ammoniler’in kurban sunağı yok edilmeden dikilmiş Herkül Tapınağı, amfi tiyatroda yalpalayarak yürüyen şarap tanrısı Dionysos, yerde kocaman mermerden bir el, biraz ilerde Emevi Sarayı’ nın kubbesi... Ve bir kez daha üç farklı dine ait kalıntıların üstünde yankılanırken ezan, zikrediyor yer gök ve otlar. Bulunan siyah iskeletler ve dev tabutlar anlatmıyor geçmişi, sadece Kral Mesha’nın yazılı taşı konuşuyor.
Eski şehirde farklı bir bina yapmak yasak, beyaz taşlarla kaplanıp uyumlu hale getiriliyor evler. Çarşıda kahvehaneler, rengarenk tezgahlar, nargile fokurtusu, kasetçilerden sokağa taşan Arap müziği, baş döndüren kalabalık ve sıra sıra dizilmiş şeker kamışları... Taze sıkılmış suyunu içerken kokusuz, kendine has tadı yayılıyor damağıma. Baklava çeşitleri, künefe ve şam fıstıklı gülsuyu kokan kurabiyeler dizilmiş vitrine. Yorgun argın Hüseyni Cami’nin avlusuna atıyorum kendimi.
Amman kalabalık; bir yanda geniş caddeler, villalar, lüks restoranlar diğer yanda Filistinli mültecilerin gecekonduları, kızaran felafel, taze sıkılan portakal suyu... Dünyanın her yerinde rastlanan tezatlar. Bu şehir göçmenine kucak açmış, ülkenin neredeyse yarısı mülteci, Filistinli dedelerin torunları Ürdünlü artık.
AMMAN’IN DIŞINA SEYAHAT ZAMANI JERASH
Roma tapınaklarını, geniş meydanları, gösterişli terasları ve binden fazla sütunu arkasında gizleyen üç kemerli Hadrian Kapısı üstünde taşıdığı Zeus ve Artemis heykellerini kaybetse, depremlerde sallanıp çatlasa da öylece dimdik ayakta. Yakından bakmasam yorgun ve yaralı yüzünü göremez kıyısına köşesine oturmuş öğrenciler, sevgililer ve dizlerini ovuşturan yaşlılar gibi ihtişamına kaptırırdım kendimi.
Hipodromda at arabalarının yarıştığı yerden geçiyorum. Birbiriyle mücadele eden yağız askerler yok, sarsak iki beygir çocukları gezdiriyor. Helenistik sütunlar arasında tef ve dümbelek çalıp zılgıt çekiyor gençler. Yüzlerce yıl evvel bir kasaba ait kuzu başlı mermere oturmuş çekirdek çitleyerek kızları seyrediyor üç delikanlı. Dünyanın en iyi korunmuş antik kentinde doğunun sıcaklığı, küçüklerin kahkahası dolanıyor bu gün. Üç Fransız çocuk çeşmenin boş havuzuna girmiş koştururken bir yandan da el sallıyorlar boşluğa.
Artemis Tapınağına ulaşmak için onlarca basamak çıktı rahipler, hamamın suyu kutsal nehirden geldi. Yakup’un kutsandığı ve “Ben-i İsrail” adını aldığı nehirdi bu. İki bin yıllık Roma kentinde Arap öğrenciler dolaştı, ezan sesi bittiğinde çaldı davullar. Bedevi gaydayla ne zaman tanıştı bilmiyorum ama “Üsküdar’a Giderken” i çaldı benim için.
SALT VE NEBİ ŞUAYB
Bazı şehirler kızgın ve sinirli, Osmanlı’nın merkezi olan Salt ise huzur dolu ve sakin; belki de bu sükûnetini toprağın altındakilere borçlu. 1973’te bir mağarada bulunan üç yüz Osmanlı askerinin kemikleri tek mezarda kucak kucağa sarılmış birbirine, isimleri duvara kazınmış. Yasemin kokulu mağarada mikrofonlardan Kûr’an sesi yükseliyor. Şehitlerin son nefesi tutunmuş kayalara.
BİR DUAYA GÜVENMEK NE KADAR GÜZEL
Hz. Yuşa’nın kabri upuzun, Şuayb Vadisi bereketli ve yeşil. Bir su kuyusunda karşılaşan Musa ve genç kızın hikâyesi burada başlamış. Suayb’ın kabrinde Srilankalı Müslümanlar dua ederken ben de amin diyorum. Güvenmek ne kadar güzel! Biliyorum istedikleri hayır, yolları hayır, gülümseyip selam veriyorum. Ne dilini bilirim, ne de ülkesini; sadece kalbimizle bakıyoruz birbirimize ve yüzler yok oluyor.
Dünya var olalı beri güneş sadece bir kere hapsedildi. Gün tamamlansaydı eğer kazanamazdı savaşı, kılıç mahkumdu cumartesiye. Üç kere “Allah’u Ekber,” diye bağırdı ve Güneş Eriha’yı kuşattığında Yuşa bin Nur için durdu. Yahya’nın başı da bu topraklarda kesildi. Tek renk evler, kemerli pencereler ve sarı sarı açmış şımarık mimoza ağaçları arasından geçerek ayrılıyorum Salt’tan, arkamda ölmemiş hikâyeler.
ŞEHİR ŞEHİR DOLAŞIYORUM ÜRDÜN’Ü MUTE, KARAK VE NEBO DAĞI
Salahattin Eyyubi’nin fethettiği haçlı kalesi Karak’ta surları son kullanan Osmanlı’nın izleri de diğerleri gibi yok olup gitmiş. Penceresiz odalara gökyüzüne açılan bacalardan giriyor güneş. Yüzüme bir demet ışık ve geçmiş düşüyor, rüzgârın uğultusunu duyuyorum.
Mute Savaşı’nın yapıldığı topraklar arkamda, bir çift yeşil kubbeye bakıyorum. Sancağı dişleriyle tutan kolları kesik bir cengâver var ilerde, bir asker şiir okuyor, Medine’nin kokusu yükseliyor Mute’den, dalga dalga yayılıyor İslam.
Su almak için duruyorum. Biraz ilerdeki tavukçu dükkanının duvarında kafesler dizili, çift çift pinekliyorlar daracık yerde. Kavga çıkmaya görsün etrafta tüyler uçuşuyor, köşede pırıl pırıl bir bıçak ve oluklu tahta. Bu tavukların kaderlerine ölümün çığlığını duymak yazılmış.
Bir mimoza, bir zeytin ağacı ve ben vadedilmiş topraklara Musa’nın hayal kırıklığına, inancın ölüşüne baktık Nebo Dağı’ndan. Ne yaşlı ne körpe sapsarı parlak renkte bir sığır kurban edilmişti bu dağda, haram kılınmıştı kutsal topraklar ve Musa’nın kabri saklanmıştı bir köşeye. Bir kayaya vurduğunda çıkan pınardan içtim. Keşke üstünü kapatıp hapsetmeselerdi bu şanslı taşı. Vadi Musa’yı hala yeşillendiriyor bu çeşmeler. Sarp kayaların, çölün ortasında çiçekler açıyor, ağaçlar büyüyor.
Madaba Kasabası’nda günümüze kadar gelen en özgün mozaik harita saklı. Yüzlerce yıl hacılar Kudüs’e gidebilmek için St. George Kilisesi’ne uğrayıp ezberlemişler yolları. Tek tek düşmüş kervanlar yola, kimi varmış menzile kimi kaybolmuş çöllerde.
Yağmur fırtınası başlayana kadar çölün kindar tarafını hesaba katmamıştım. Otobüs rüzgârdan titreyerek göz gözü görmeyen yolda kaplumbağa hızıyla ilerledi. Çöl küsmüştü bulutlara, suyu içine çekmedi, kızıl toprakta al rengi göletler oluştu. Yağmur yalvardı, yakardı, kızdı, şirret bir kadın gibi gürledi ama nafile toprak bir kere küsmüştü bulutlara. Bir an durdu ve başımıza taş yağmaya başladı. Ashab-ı Kehf Mağarası’na giremeden yolumuza devam ettik.
*Amman Kalesi
Hande Berra'ın Yazısı.