Belkıs’ın Saray’ında birkaç taş duvar, tahtının gölgelendiği on bir sütun yok artık. Hamamdan geriye kalan sadece iki oluk, keçiler otluyor kıyısında. Yüzlerce yıl evvel kölelerin itinayla yerleştirdiği taşın üstünde bir çoban oturuyor...

Cennete çıkan birer merdiven, umut, güç ve zenginlik otuz metreyi bulan eski mezar taşları, güneş en son onları terk ediyor. Aksum’da kral mezarlarına eşlik eden kısa steller soyluların, düz olanlar ise halkın. Beş yüz tonluk yekpare dikilitaşı, Yahudi Kraliçe Gudit mi, yoksa temeldeki zayıflık mı kırdı bilinmese de, toprağın altına saklanan mezar odaları boş, kimse kral için yapılan granit lahidi açmaya cesaret edemiyor ama hileli kapı ve lanetli tılsım engelleyemiyor değerli eşyalarla dolu odaların yağmalanmasını. Kralın öbür dünyada güzel bir hayat yaşaması için oluklardan kurban edilen yaban keçilerinin kanı süzülüyor kabre.

Tarih gizemini korurken her kazıyla farklı bir hikâye çıkıyor topraktan. Geçmiş değiştiğinde mantık ve bilgi cahil kalıyor. Bugünün teknolojisiyle iki yılda dikilen steli, yüzyıllar önce fillerin çektiği halatlar ve odundan desteklerle mezar odalarının başına yerleştiren kölelerin hayatları kayıp.

Tarih der ki “Kralın çizdiği yoldan ilerler halk.” O din değiştirmişse yaşam ve ölüm kadar keskindir seçimler. Ve ikiz kralın önünde titreyerek durdu esir alınan Suriyeli iki harami. Şaşkındı izleyenler, birbirinin aynı kralların önünde korkudan isimlerini bile unutan tüccarlar da ikizdi. Üç yüz yirmi tutukludan sadece onlar kurtuldu ve o gün ant içtiler Hristiyanlığı yaymak için. Dağ taş dolaşıp İsa’nın mucizelerini anlattılar, oysa krallardan birinin din değiştirmesi yeterliydi ve dördüncü yüzyılda Ezana’nın emriyle Hristiyanlaştı Etiyopya. Ortodoks Kilisesi İncil’den bir sayfa açıp kral Baltazar’la havari Philip’in görüştüğü satırları okuduğunda yalanladı tarihçileri. Batı yaptığı zulmü haklı göstermek için değiştirmişti geçmişi.

Belkıs’ın Saray’ında birkaç taş duvar, tahtının gölgelendiği on bir sütun yok artık. Hamamdan geriye kalan sadece iki oluk, keçiler otluyor kıyısında. Yüzlerce yıl evvel kölelerin itinayla yerleştirdiği taşın üstünde bir çoban oturuyor. Kızlar ellerinde ördükleri renkli sepetler, duvardan uzanıp satmaya çalışıyorlar. Yemen kadar Etiyopya’nın da kraliçesi Belkıs, Belik, Azeb, adı ne olursa olsun Hz. Süleyman’ın billur sarayında eteklerini toplayarak yürüyen bir kadın o.

Yalnız başıma, Saba Melikesi’nin bir zamanlar yıkandığı havuzun kıyısında oturdum. Bir esinti değdi yüzüme, Belkıs’ın beyaz ince entarisi uçuştu arkasından. Nedimelerden önce o dokundu suya, siyah saçlarına bir yaprak takıldı. Yüzyıllar geçti ve her yıl Timkat Festivalinde baş piskopos suyu kutsadı. Yağmurların doldurduğu havuzun Ürdün Nehri’ne dönüştüğüne inandı Hristiyanlar. Vaftiz olmak için atladılar bulanık suya.

Arabaların ilerleyemediği bir yoldan tepeye tırmanıyorum. Kadın işçiler taş kesip satarken çocuklar tezgâh açmış. Bir kamyonun tekeri çukura düştüğünde bulunan saray kalıntıları henüz ortaya çıkarılmamış. Ben de Ebrehe’yi Arap yarımadasına yollayan Kral Kaleb ve oğlunun mezarlarına giriyorum. İdareyi bırakıp manastırda uzlete çekilen hükümdar hiçbir zaman yatmamış burada. Odalar dolusu hazırlık hırsızların eli değene kadar beklemiş Kral Kaleb’i.

Yeşil zümrüt tabletler için yapılan şapelin karşısında, Kadınlar Kilisesi. Cumartesi akşamı başlayan ilahi Pazar sabahına kadar sürecek. Bir delikanlı başına dolayıp omuzuna attığı beyaz kumaş parçasını düzeltiyor, diğeri T şeklindeki bastona dayanıp dinleniyor ara sıra, öylece ayakta sabahlayacaklar, bütün gece susmayacak ilahiler, çocukların uykusuna genç kızların hayallerine, sabah gözlerini zorlukla açan yaşlıların saçlarına dolanacak.


Hande Berra'ın Yazısı.