S. Bilgehan Eren

“Eğer acı duyuyorsak canlıyız; başkasının acısını da duyuyorsak o zaman gerçek bir insanız.” İnsan, benliğini sakatlamamak, ruhunu hasta etmemek için adalete hizmet etmekle mükellef bu âlemde.

1920 yılında Manhattan’da doğan (ölümü 2002) Amerikalı film ve televizyon yazarı Reginald Rose’un en önemli eserlerinden biri de “On İki Öfkeli Adam”dır. Rose’un 1954 yılında yazdığı bu oyunun televizyon uyarlaması Emmy ödülü kazanmış, 1957 yılındaki film uyarlaması ise Oscar’a aday olmuştur. “On İki Öfkeli Adam”, yıllardır birçok ülkede, birçok farklı dilde sahnelenmeye devam etmektedir. Elbette ki bunda oyunun, farklı zamanları, farklı mekânları (ülkeleri) ve farklı milletleri kucaklayan beynelmilel mesajı etkilidir. İmdi bu evrensel mesajın-vurgunun ne olduğunu, oyun vesilesiyle takip edelim.

Bir masa ve etrafında on iki adam. Birbirinden farklı şahsî özelliklere sahip (buna yaş da dâhil), farklı mesleklerden bir araya gelmiş on iki jüri üyesi, günlerdir süren davadan artık yorulmuş, bıkmış, bir an önce işlerini bitirip kendi rutinlerine dönmek için sabırsızlanmaktadır. Görünürde alınacak karar da belli gibidir. Bir adam öldürülmüştür ve maktulün oğlu baş şüphelidir. Deliller ve tanıklar bu noktada son derece net gibi görünmektedir. On iki jüri üyesinin hepsi ortak bir karar vereceklerdir ve bu karar oy çokluğu ile değil, oy birliği ile verilmelidir. Görünen odur ki 18 yaşındaki çocuk, babasını öldürmekten ötürü idama çarptırılacaktır.

Bir an önce mahkemeye kararlarını sunmak için ilk oylama yapılır. Beklenti, herkesin çocuğu suçlu bulacağı yönündedir. Fakat bu noktada beklenmeyen bir şey olur. 8 numaralı jüri üyesi, çocuğun suçsuz olduğunu söyler. Daha doğrusu suçlu olduğunu söyleyemez. “Bilemiyorum, belki suçludur, belki de değildir ama ben bu çocuk kesin olarak suçludur diyemem. Üzerinde düşünmek gerekir” meâlinde bir kanaat serdeder. Böylece çocuğun kesin olarak suçlu olduğunu iddia eden 11 jüri üyesinin aldıkları kararın bir hükmü kalmaz. Zira hepsinin aynı yönde bir kararının olması gerekmektedir. İşte tam bu noktada sinirler müthiş gerilir. 8 numaralı jüri üyesi sanki her şeyi bozmuş gibidir.

Oyun asıl bundan sonra başlar. 8 numaralı jüri üyesi kafasındaki soru işaretlerini masaya yatırarak, diğer üyelerin de verdikleri kararı sorgulamalarına yol açar: Ya gerçekten çocuk suçsuzsa ve masum birinin idamına sebep oluyorlarsa?.. Bundan sonrasında ilginç diyaloglar, tartışmalar, hatta kavga ve itiş kakışlar yaşanır. Daha ilginci ise şudur; jüri üyeleri kendi bilinçaltlarının, şahsî deneyimlerinin, geçmişteki yaşanmışlıklarının etkisi altındadır. Aslında birçoğu hiç de objektif değildir. Kimi kanuna aşırı güven duygusuyla, kimi çoğunluğa uyma güdüsüyle, kimi “bir an önce bitse de gitsek” stresiyle, kimi kendi geçmişi ile hesaplaşma adına, sübjektif karar verdiklerini fark etmeye başlar. Jüride çözülme olmuştur. Yeniden yapılan her oylamada ise çocuğun suçsuzluğuna olan inanç, sayısal olarak da belirmeye başlar. Tanıkların ve delillerin güvenirliliği sorgulanır ki üzerinde konuşup, kafa yordukça hatalı olduklarını fark ederler. Neticede, başlangıçta 12 üyeden 11’inin suçlu olduğu yönünde rey kullandığı şüpheli çocuk, 12 üyenin suçsuz olduğunu beyan etmesiyle elektrikli sandalyeden kurtulur.

İBB Şehir Tiyatrolarında 2017-2018 sezonunda da sahnelenen “On İki Öfkeli Adam” oyunu, tek bir sahne üzerine kurulu. Bir jüri odası, odanın ortasında bir masa ve etrafında 12 erkek… Oyunun henüz başında bunun çok sıkıcı olacağını düşünse de insan, gerek metnin gücü, gerekse de oyuncuların enfes performansıyla son derece verimli bir sanat icrasına, fikir şölenine dönüşüyor. Özellikle 3 numaralı jüri üyesi Serdar Orçin, 5 numaralı jüri üyesi Gün Koper ve 8 numaralı jüri üyesi Ahmet Özarslan’ın oyunculuğu cidden muhteşem.

“BÜTÜN UYUYANLARI UYANDIRMAYA BİR TEK UYANIK YETER” MALCOLM X

Burada 8 numaralı jüri üyesinin mânâsına dikkat çekmek istiyoruz. Yanlış bilgilerin, önyargılarla birleşip hakikati yerle bir ettiği ve masum bir çocuğun ölüme gönderileceği bir zamanda, 8. jüri üyesi; vicdanın, aklın ve sağduyunun temsilcisi olur. 8 numaralı jüri üyesi, akışı değiştirmiştir. Bu noktada 8 rakamı dikkat çekicidir. Nasıl ki bir masa ve etrafındaki 12 üye ile Hazret-i İsa’nın son akşam yemeğine ve 12 havarisine bir atıf varsa, 8 rakamının da sonsuzluk tedaisi olması ve ebedî-sonsuz adalete vurgusu son derece mânidardır.

Ayrıca bir dikkat çekici husus da sahnenin tasarımıdır. Jüri üyesinin bulunduğu oda, bir kafes şeklinde yarım dünya görüntüsündedir. Bu metafor aslında bizim günlük hayatımızda birçok yere çıkabilir. İnsan dünyada bir bakıma zindandadır. Kararlarını bu kafes içinde verir. Ve bu kafes, misâl, bazen bir mahkeme salonudur, bazen bir ofis-iş ortamı, bazen ise Birleşmiş Milletler salonu. Öyle değil mi? Oralarda da oylamalar yapılıyor. Birileri suçlu bulunuyor, birilerine yaptırımlar uygulanıyor, yahut birileri umursamazlıktan geliniyor. 12 Öfkeli Adam, pekâlâ “12 Öfkeli Devlet” de olabilir. Peki adalet?.. Bir şeye hakkını vermek, lâyık olduğu yere koymak?.. Evet, adaleti tesis için, vicdanın sesi 8. jüri üyesine ihtiyacımız var. Sanıyoruz insan olmanın sorumluluğu da burada yatıyor. Yeri geldiğinde 11 üyeyi karşına alıp, hak ve hakikati savunmak. “Eğer acı duyuyorsak canlıyız; başkasının acısını da duyuyorsak o zaman gerçek bir insanız.” Ezcümle insan, benliğini sakatlamamak, ruhunu hasta etmemek için adalete hizmet etmekle mükellef bu âlemde.

SÜKÛT SUİKASTI

İşte tam da bu noktada şu tespiti hatırlamak yerinde olur: “En büyük hastalıklardan biri de, zulüm gören ve mağdur Müslümanların hâline lâkayt kalmak!..” Evet, tarih 2018 yılını gösterirken, üzerinden 20 yıl geçmesine rağmen hâlâ cezaevinde olan ve hâlâ cezaevine gönderilen 28 Şubat darbesinin mağdurları için adım atmamak, tek bir kelâm etmemek, hangi vicdanın kabul edeceği bir şeydir.

Özel bir parantezle yazımızı nihayetlendirelim. 28 Şubat döneminde başörtüsüne özgürlük istediği için işkence altında ifadesi alınan ve brifingli yargı kararlarıyla gençliğinin en güzel yıllarını cezaevinde geçiren, üç kitap yazarı, 15 Temmuz gecesinde tankların önünde duran kahramanlardan Sebahattin Arslan (ki kendisi 15 Temmuz şehidi Halil Kantarcı’nın da yakın dava arkadaşıdır), 28 Şubat’tan eksik ceza yattığı gerekçesiyle yeniden cezaevindedir. Arslan, “Bizim için bitmeyen 28 Şubat yapmışlar; 7 aylık hamile eşimi ve 6 yaşındaki oğlumu ümmete emanet ediyorum” diyerek tekrar hapishaneye girerken, onun uğruna mücadele verdiği başörtüsü; bugün mecliste, orduda, üniversitede, her yerdedir. 28 Şubat’la hesaplaşıldığı ve bir darbe olduğunun kabul edildiği bugünlerde, 28 Şubat darbecilerinin ağırlaştırılmış müebbet hapis cezaları, adli kontrol şartıyla ev hapsine çevrilirken, vakti zamanında darbecilerin hukukuna göre yargılanmış ve ceza almış kişilerin, bu cezalardan dolayı günümüzde de mağdur olmalarının izana ve insafa sığan bir tarafı yoktur.

8. Jüri üyesi olarak şunu söylemek boynumuza borçtur:

Darbeciler paşa paşa evde, darbe mağdurları ise içerde.

Bu işte bir yanlışlık var, #28ŞubatKahramanlarınaÖzgürlük


GENÇ'ın Yazısı.