Halit Yasir Özoğul / Genç Haber Merkezi

Çocukluğumuz diyebileceğim süreç, seksenli yılların sonlarından, doksanlı yılların ortaları arasında geçti. Çift kasetli teybin, çelik tencerelerin, vantilatör ve renkli bir televizyonun içerisinde bulunduğu evlerin, maddi olarak belirli bir seviyenin üzerindeki ailelere ait olduğu zamanlarda..

O zamanlar, oldukça radikal bir karar alan aile büyüklerimiz, herkesin bir bir evine televizyon aldığı bir zamanda, bizi bu aletle tâ ki büyüyüp gelişene kadar buluşturmadı. Zaman zaman özellikle futbol maçları için akraba ve komşulara sıçrayarak zevkine vardığımız (!) ve içimizde git gide büyüyen bir özlem hâline dönüşen bu nesne, ne babamızın, ne de annemizin gönül köşesinin kıyıcığında kendisine eski bir minder dâhi bulamadı.

Görsel ve işitsel dünyaya dair her gün yeni bir gelişmeyle “git gide renklenen”, insanların gönüllerinde ve evlerinde taht kuran bu aletin mahrumiyeti, bizde, o aletin içerisindekileri ve verdiği hazzı başka yerlerden temin etme ihtiyacını doğurdu.

Yaşıtlarımızdan çok daha evvel okumayı öğrenmiş olmamızdan mıdır nedir bilinmez, okumaktan çabuk sıkılmış olarak, dilimizin, yazımızın, okuma ve anlamamızın yani Türkçe’mizin öğretmeni olan muhterem pederimizin bir ince oyununa gelip, Rabb’imizin bir ikramı olarak, küçücük yaşlarda okuma sevgisi kazandık.

Artık kitaplara yönelmiştik. Senaryo elimizin altındaydı ve her oyuncunun ayrı ayrı kimliğine bürünüp tek başına bir ekip gibi aşağı yukarı her gün yeni bir macera ve duygu yoğunluğunun içerisine giriyorduk.

Bu süreçte, Ömer Seyfettin hikayelerinden, Hasan Nail Canat, Ahmet Günbay Yıldız romanlarına, Necip Fâzıl şiirlerinden Beydeba masallarına bir çok esere sık sık ziyaretlerde bulunduk.

Aylık olarak evimizi şereflendiren Altınoluk’un içerisinden çıkan Yuvamız Dergisi, aramızda kapış kapıştı. O ayki gündemi gözden geçirmek, bilmece ve bulmacalara, karikatürler, fıkralar ve resimli hikayelere ilk erişen olabilmek için kavga çıkarmak ne kadar da meşruydu!

Şehrimizin haritadaki yakınlığının imkânı ile, özellikle Mısır, zaman zaman da Suriye radyosundan babamızın dinlediği Kur’an tilavetini doğal olarak biz de dinleyerek radyo ile ilişkimizi sıcak tutuyorduk. Abdulbasit Abdussamet, Mahmut Halil Huseri, Muhammed Sıddık Minşevi, Abdülfettah Şaşai isimlerini tâ 8-10 yaşından itibaren biliyor olmak bunun bir sonucu.
Ve günün birinde, -rahmetli- babannemizin Hac’dan hediye getirdiği bir kasetçalar, evimizin en teknolojik malzemesi ve bizim her şeyimizin en az yarısı oldu! :) Sene, 1987.

Kısa zamanda, satın almaya başladığımız kasetlerle zenginleşen sesli hayatımız, TRT’de Çarşamba akşamları 21:05’te ve Pazar öğleleri 12:05’te yayınlanan radyo tiyatrolarıyla daha bir “renk” kazandı. Kimi zaman batıda bir dedektifin peşinden iz sürdük, kimi zaman doğuda ailevi bir problemi çözdük.

Sonra, bu tiyatrolar, Bant Tiyatroları şeklinde, hem de İslami çalışmalar olarak elimize geçmeye başladı. İmam-ı Rabbani, İbrahim Ethem, Hicret, Mekke Fethi, Mute Destanı gibi ilk furyada şimdilerde dört bir yana ün salmış kişileri o zaman tanıdık; İbrahim Sadri, Ömer Karaoğlu, Ulvi Alacakaptan, Abdülbaki Kömür gibi..

Yeni çalışmalar, müzik albümleri gibi birbiri ardına sıkça çıkmadığı için mevcut kasetleri tekrar tekrar dinliyor, canlandırılan hadise ve o hadiselerdeki metinleri, canlandıranı taklit ederek farkında olmadan ezberliyorduk. Hatta bazı dost ve akraba ortamlarında annemiz, abimle benden ezberlediklerimizi canlandırmamızı istiyor, biz de gücümüzün yettiğince etrafımızdakilere keyifli dakikalar yaşatıyorduk. Abim Ekber Şah’sa ben onun din alimi oluyor ve şu zekat denen meseleye başka dinlerden (!) katkılar koyarak keseye uygun bir şekle sokuyordum. Ben “çöldeki derviş” İbrahim Ethem’sem abim Şakik-i Belhî oluyor, terk ettiğim taç ile tahta muhabbetimin kalıp kalmadığını test ediyordu..

Ya da herhangi birimiz Ebu Süfyan oluyor, İslam ordusunun Mekke’ye girişini refakatinde seyrettiği Hazret-i Abbas olan diğerimize “-Şu, ordunun ön tarafında yürüyen ve yakıcı güneşten tenleri simsiyah kesilmiş kahraman edalı askerler kimler?” sorusuna, “-İyi bak yâ Ebu Süfyan! İyi bak! Mutlaka birinin sırtında kırbacının izini bulacaksın. Onlar yurtlarından kovduğunuz muhacirlerdir!” cevabını veriyor..

Cenab-ı Hakk’ın ihsanıyla, doksanlı yılların başlarından itibaren bu çalışmalar, Bant Tiyatroları, ulusal bir gazete tarafından ciddi bir şekilde organize edilerek, okurlarına abonelik hediyesi olarak arz edilmeye başlandı. İlk zamanlardaki amatörlüklerini kısa sürede atlatarak zaman içerisinde profesyonel müzik, ses ve seslendirmelerle, Peygamber Efendimiz’in hayatı, Ashab-ı Kiram, Evliyalar ve Tarih Serisi olarak peş peşe çıkmaya başladı.

Zaten bu çalışmaların hayranı olan bizler, dinleye dinleye bunların bir çoğunu ezber ettik. Abdülkadir Geylani’den Şeyha Şamil’e, Malik Bin Dinar’dan Veysel Karani’ye, Ömer Bin Abdülaziz’den Aziz Mahmut Hüdayi’ye, Hazret-i Rumeysa’ya, Rabia’tü-l Adeviyye’ye kadar 70’ten fazla eser çok işimizi gördü.

Şimdilerde, bu çalışmaları, hemen birkaç dakika içerisinde bilgisayarınıza, hem de o zamanki çalışmaların gerçek ses kalitesiyle bir bedel ödemeden indirebiliyorsunuz. Ne büyük nimet, değerini bilmek lazım.

Her dinleyenin, dinlediği her sahneyi kendi ruh yapısı, seviye ve fikir zenginliğine göre zihninde canlandırıp, hem bir senaryoyu takip etmek suretiyle zevk duyacağı, hem de bilgi hazinesini zorlanmadan geliştirebileceği bu sesli tiyatro çalışmalarını gündemimize almamız lazım.

Kulaklığı kulağında yolda yürüyen gençlere mikrofon uzatılıp “-Ne dinliyorsun?” diye soranlara verilen cevapların içerisinde nelerin olduğunu bilmeyenimiz yok. Bir gün böyle bir durumda böyle bir sorunun kendisine sorulmasıyla, “-Bişr-i Hafi’yi dinliyorum, yalınayaklı evliya!” diyebilecek bir gencin özlemi ne de büyük bir yük..

Bant Tiyatroları, sosyal çalışmalar içerisinde ihmal ettiğimiz, semtine hiç uğramadığımız, aslında kitlelere hizmet ve mesajımızı iletmemiz için çok önemli bir anahtar görevi üstlenecek tiyatro faaliyetlerine girişebilmemiz için elimizde model malzemeler değil midir?

Kuş cıvıltısından kapı gıcırtısına, bir annenin zekaret halinden bir yavrunun öksüzlük hıçkırığına, bir atın kişnemesinden, kaleden askerler üzerine dökülen kızgın yağın sesine kadar, seçkin cümlelerle numune hadiselerin bir araya getirildiği bu çalışmalardan bize çok ekmek çıkar.

Gerek video çalışmalarımız, gerek aramızda gün yüzüne çıkmamış, çıkar(a)madığımız yeteneklerimizle ortaya koymamız gereken tiyatro çalışmalarımız, diksiyonumuz ve kişisel gelişimimiz için geçmişimizden gelen sese kulak vermemiz lazımdır.
 


Halit Yasir Özoğul'ın Yazısı.