Gök Çiçek
En sevdiğim kitabı açtım. Mevlânâ’ya ayrılan sayfalarda sadece birer kelime yazıyordu; hamdım, piştim, yandım. Kitap alev aldı elimde, tutamadım. Ayaklarımın arasından akan suya düştüğünde duman çıkmadan söndü ateş. Balıklar dağılan sayfaları bilmediğim diyarlara taşıdı.
“Burası aşıkların Kâbe’sidir, burada eksik olan tamamlanır,” yazıyordu girişte. Pek çok padişah ve sadrazamın geçtiği gümüş kapıda bir an durdum. Ne ileri gidiyordu ayağım ne geri. Sırtımda çekemediğim zikirler, cebimden sarkan pişmanlıklarım, bileğime sarılan günahlar. Horasan erenlerinin kabrinden bir hu yükseldiğinde yandı boş yağdanlıklar. Mevlânâ toprağa konurken Bahaddin Veled oğlunu ayakta karşıladı diyenlere inanmayın. Sadece daha büyük bir sanduka konmuştu üstüne.
Sultanü’l Ulema’ya verilene kadar saraya ait bir gül bahçesiydi Mevlevihane. Gün gelip vefat ettiğinde babası için türbe yapmak isteyenlere “Gök kubbeden daha iyi türbe mi olur,” diyen Mevlânâ’nın üstünü örtenlere kızgınım. Bir damla yağmur, bir tutam rüzgâr ve kuş sesi bekleyen Celaleddin-i Rumi için avucuma sakladığım karı yavaşça bir köşeye bıraktım. Mümkün olsa birkaç kanarya gizlerdim ceplerime sarı, beyaz ve kırçıllı.
TANIDIK BİR MEZAR TAŞI ARARKEN
Tekkelerin kapatıldığı kuru günde ıslaktı mezar taşları, dedelerin cezbe haliydi, ruhani ilmin taşmasıydı, bir sırdı. Ve bu sır müzede saklı kaldı. Ziyaretçisi çok Mevlânâ’nın, avludaki karları küreyip yol açmışlar misafirlere. Şadırvanda abdest alanların elleri, ayakları tunç kesmiş. Kümbetlerin önünde Mesnevi’den birkaç mısra fısıldadım kabirlere. Unutmuşum hangisi büyük büyük babama ait. Ben de hepsine seslendim. O sustu.
BİR ŞEHRİN GEÇMİŞİ
Çatalhöyük’te başladı Konya’nın geçmişi. Frigyalılar, Persler, Romalılar yaşadı bu topraklarda. Saltukname’de Küniye diye anılan şehir zamanla bugünkü adını aldı. Orta Asya’nın etkileri gözüktü. Emevi orduları bir hadis uğruna İstanbul’u kuşatmak için yola düştüklerinde Konya’dan geçtiler ve sonunda Osmanlının oldu.
Alaeddin Camisi şehrin merkezinde, bir höyüğün üstüne kuruldu. II. Kılıçarslan ve I. Keykubat’ın emeği var üstünde. Bugün yolları kapayan kar fırtınası engelleyemezdi camiye girmemi fakat birkaç yıldır süren tamirat bitmemiş. Çocukken üstündeki desenleri seyrettiğim minberi hatırlıyorum. Dokuz yüz sene önce Mengum Berti abanoz ağaçlara dokunduğunda görmüştü bu minberi. Sanatkâr taşa, toprağa, mermere gizleneni görür ama kaderini bilemez. Bu ağaç şanslıydı, basamaklarından yüzlerce imam çıktı adı unutulan ve binlerce göz değdi üstüne. Her motife bir hutbe gizlendi.
Eflatun Kilisesi’nin taşları kullanılmıştı camide. Peygamber Kâbe’deki putları nasıl kırdıysa, Selçuklu ve Osmanlı da bu sünneti devam ettirip fethettikleri şehrin en kutsal mekânını şenlendirdiler. Alaeddin Tepesi’ni kuşatan İç Kale’ye atla girmek ayıptı, kale dizdarı tereddüt etmeden IV. Murad’ı uyardığında yeri göğü titreten padişah indi atından ve hürmetle girdi camiye. Nice medreseler, camiler yapıldı bu şehre ve hepsini Mevlana’nın yeşil kubbesini çevreleyen Ayet-el Kürsi korudu.
Sazibey Camisi’nin tahta minaresi girişin tam üstünde yükseliyor. İnce Minareli Medrese’nin kapısında Fetih ve Yasin sureleri kucaklaşmış, hayat ağacı, enginar kabartmaları arasından akıyor. Yıldırım düşünce kırılan minare bodur kalsa da ince sırlı çinileri hâlâ parlak.
İKİ DENİZİN BİRLEŞTİĞİ YER
Şerafettin Camisi’nde kuşlara yem attım. Aziziye Camisi’nin zarif işlemeli minarelerinde Pertevniyal Valide Sultan’ın kederi vardı. Çarşıdan Mevlana Şekeri, çiçek bamya ve Konya gevreği alıp Karatay Medresesi’ndeki eyvanın basamaklarına oturdum. Firuze çinileri seyrederken kûfi yazılar anlam kazandı; Muhammed, İsa, Musa, Davud, diğer köşede dört halife, başımın üstünde besmele... Geçmişten kalma ne bir kışla vardı ne de bir saray. Ashab-ı Suffa’dan beri görkemli mekanlar ilme adanmıştı. İlk defa burada yıldızlar havuza yansırken göz göze geldi Şems ve Celaleddin daha sonra Alaaddin Tepesi’nin önünde karşılaştılar. Camdan fanusun içinde bir kandil. Merace’l Bahreyn dediler buraya. Melamet hırkasını giyen Şems sorusunun cevabını aradı. Muhammed mi yoksa Beyazıt mı büyük? Herkesin cevabı aynı ama nedenini açıklayabilen yok. İşte tam bu noktada Mevlana’nın dilinden dökülen gerçek, Şems’in kalbine saplandı.
KEFENİNİ GİYEN DERVİŞ
O olmadan Mevlana, Mevlana olmadan Şems olmazdı. Dedeler bir gece Şems’in makamında yattı. Ben de karla kaplı banklarda oturup içeri girmeden önce bir Yasin okudum ruhuna. Kabri burada diyenlere de İran’da olduğunu söyleyenlere de inandım. Bıyıksız sakallı genç bir adam gözlerini kapayıp ellerini birbirine bağlamış tefekkür ediyordu. Çocuklar bastı ayaklarına, kocakarılar bir tabure için kavga etti ama onun kılı bile kıpırdamadı.
Bir el göğe, bir el toprağa... Entarisi kefen, başındaki sikke mezar taşı. Mevlevi’nin eteği dalgalandı, bir köşesi yükselirken diğeri indi. Durduğunda bileklere sarıldı bir an, sanırsın bırakmayacak ama saniyeler geçmeden yığıldı ayaklarına. Semazen omuzlarına sarılıp kucakladı kendini, ne suda yüzen kuğu, ne peş peşe havalanan güvercindi. Bir kalp atışı, belki de atmayışı, yaşarken ölmek, belki de dirilmek, halkada kaybolmaktı sema.
BİR YABANCININ DUASINDA BULDUM KENDİMİ
Evliya Çelebi elimden tutup çekiştirirken cüppesinin eteklerine basmamaya çalıştım. Meram’a geldiğimizde avucuma “debbağ” denilen gök çiçeklerden koydu. Bu soğukta nereden bulduğunu sorduğumda gülümsedi. Bir bahar günü bağların arasında gezdik. Sahip Ata Külliyesi’nin temelindeki Medussa kabartmalarını gösterdi. Üçler Mezarlığı’nın hikâyesini fısıldadı kulağıma ve Ramazan’ın ilk Perşembesi Musalla Mezarlığı’ndaki namazgâhta teravih namazı kılmak üzere ayrıldık. O kırlara yürürken ben gök çiçekleri cebime saklayıp kara kışa geri döndüm. Sadrettin Konevi’nin kabrine günlerdir gelen olmamış, mezar taşları karların altında kalmıştı. Vizon kürklü bir kadın vardı başında, yüzünü kaldırmadan dualar mırıldanıyordu. Her cümlede kendimi buldum.
Hande Berra'ın Yazısı.