Sivil toplum kuruluşları canımız, hayat damarımız. Toplumumuzun mayası, Osmanlı’dan miras kalan vakıf kültürünün temsilcileri… O nedenle kendilerini Allah için seviyoruz. Ancak artık adam adama markaj yoluyla, birebir ilgilenerek gençlere ulaşan ve her birinin ruhuna sabah esintisi gibi ferahlık veren kuruluşlara ihtiyacımız var.

Yedi yıldır okul psikolojik danışmanı ve rehberlik uzmanı olarak görev yapıyorum. Eğitim kurumlarında; öğrencinin psikolojik sağlığını korumak, akademik başarısını artırmak, sosyal becerilerini geliştirmek, doğru bir gelecek tasarımına sahip olmasına ve gerçekçi hedefler belirlemesine katkı sağlamak amacıyla çalışmalar yürütüyorum. Ben ve diğer meslektaşlarım; özellikle öğrencinin sosyalleşmesini sağlamak, sosyal çevreye katılım düzeyini artırmak ve toplum içinde kendini ortaya koyma yeteneğini geliştirmek gibi konularda “güvenli sosyal gruplar ve oluşumlar” bulup öğrencilerimizi buraya yönlendirme ihtiyacı duyuyoruz. Çünkü bir gence mesleki kariyer danışmanlığı yaparken bireysel görüşmeler yoluyla sonuç alınabiliyor ancak örneğin sosyal kaygı yaşayan ve kendini topluluk içinde ifade ederken yüzü kızaran, elleri terleyen ya da sesi titreyen gencin bu durumu yenebilmesi için bir grup içinde yer alarak antrenman yapması gerekiyor. Zira insan tek başına sosyalleşemiyor.

Diğer yandan Psikoloji biliminin öncü insanları ve Sosyal Psikoloji kuramcıları, insanın sosyalleşme ihtiyacının karşılanmasını hayati derecede önemli bir konu olarak görüyorlar. Meşhur “ihtiyaçlar hiyerarşisi” teorisyeni Maslow, kişinin hayatta kalmak için fizyolojik gereksinimlerini karşılama ve yeme içme ile kendini güvende hissetme yani can güvenliğine sahip olma ihtiyacı içinde olduğunu belirtir. Maslow’a göre birey; bu temel ihtiyaçları karşıladıktan hemen sonra bir gruba ait olmaya, diğer insanlar tarafından sevilmeye ve onları sevmeye ihtiyaç duyar. Saygın bir yere sahip olma ile olayları anlamlandırma ihtiyacının, ihtiyaçlar sıralamasının daha üst basamaklarında yer alması oldukça manidardır. Bu durumda insan, önce bir yere ait olmaya ihtiyaç duyar; ardından kendini ait hissettiği yerdeki değerler sistemini anlamaya ve anlamlandırmaya başlar. Yani önce orada bulunmaktan hoşnut olmalıdır, gönlüne dokunulduğunu duymalıdır ve grup içinde kendisine yer açıldığını hissetmelidir ki, orada kendisine aktarılan bilgileri öğrenip içselleştirsin…

Bu noktada psikoloji bilimi, yararlanmasını bilirsek çok önemli bir gerçeği önümüze seriyor. Gençlerin sivil toplum kuruluşlarını, vakıfları, dernekleri sahiplenmesi için; o kurumlar tarafından sahiplenilmesi ve kendilerini oraya ait hissetmeleri gerekiyor.

Ancak bu bağlamda karşımızda dağ gibi duran fakat çözülmesi zor olsa da imkânsız olmayan bir problem durumu çıkıyor. Gençlerin güvenli bir şekilde dâhil olabilecekleri sosyal gruplar, milli ve manevi değerlere bağlı olan yapılar, ahlak ve erdem gibi değerleri referans alan vakıf-dernek tarzındaki oluşumlar nicelik ve nitelik olarak yetersiz durumda... Aktif faaliyetler yürüten, gençlerin ruhunu kuşatabilecek kadar engin, içten ve ihlaslı bir şekilde koşturan öncü kişiler/kurumlar var fakat birçok işe yetişemiyorlar.

Bu durumda evlerde anne babalar ve okullarda biz eğitimciler, gençlerimizi okul dışında yönlendirebileceğimiz sosyal ortamlar bulmakta ciddi anlamda güçlük yaşıyoruz. Özellikle de FETÖ belasından sonra artık vatandaşlar, çocuklarının herhangi bir oluşuma “dâhil olmasından” çekiniyor. Bu konuda elimizde kala kala; güzel bir niyetle kurulmuş olsa da, harcanan bütçenin ve yapılan yatırımın ancak onda biri kadar verim alınabilen belediyelerin gençlik merkezleri ile gençlik bakanlığının yaz döneminde düzenlediği gençlik kampları kalıyor. Onlar da özlemini çektiğimiz, 80’lerdeki MTTB ruhunu ve 90’lı yıllardaki MGV enerjisini ne yazık ki bir türlü yakalayamıyor. Bu durumda bize; “aman gözümün önünden ayrılma da bilgisayarla mı telefonla mı oynayacaksın, ne yapacaksan evde yap” ile “sigara içtiğini biliyorum da yeter ki başka bir şey içmesin” endişesiyle iki eli böğründe bekleyen anne baba ya da eğitimci olmak kalıyor.

Meseleyi öncelikle önemseyip ciddiyetinin farkında olmak, sorunların kökenine inip doğru tespitler yapmak gerekiyor. Günü kurtarmak için, olaya yapılan etkinlik sayısı ve etkinliğe gelen katılımcı miktarı gibi istatistiksel bilgiler üzerinden yaklaşırsak, sadece kendimizi kandırmış oluruz. Bunun yerine kalıcı çözümler üretmemiz gerekiyor. Milyonlarca gencin “kendini bir gruba ait hissetme ihtiyacını” nasıl karşılayacağı konusuna kafa patlatıp, on yıllar boyunca pörsümeyecek çözümler bulmamız gerekiyor. Bu işe nereden ve nasıl başlanacağı konusunda birçok öneri sunulabilir. Öncelikle bu konuda fikir üreten ve akıl yürüten ilim adamlarımızın görüşleri alınabilir ve yapılan yazılı araştırmalar detaylı olarak incelenebilir. Örneğin Gençlik ve Spor Bakanlığı tarafından yayımlanan hakemli bir dergi olan ve Dergipark’ta taranan “Gençlik Araştırmaları Dergisi” bu konuda önemli analizlerin yapıldığı makaleleri içeriyor. Örneğin kültürel faaliyetlere, seminerlere ve etkinliklere katılan gençlerin hep aynı kişiler olduğuna ve bu gençlerin toplam genç nüfusun yalnızca yüzde 10’u olduğuna dair araştırmalar yer alıyor. Yani gençlerin yalnızca yüzde 10’u yapılan “kültürel seferberlikten” faydalanıyor ve aynı kişi farklı kurumların etkinliklerine katılıyor. Bu ve benzeri onlarca tespitin ince elenip sık dokunması, asıl problemin ıskalanmaması açısından çok önemlidir.

Diğer yandan sadece imam hatipten mezun olmuş gençlere değil her kesimden ve hayat tarzından gence ulaşabilecek kuşatıcı bir dil geliştirilmesi gerekiyor. Çünkü bu vatanın içki içen genci de, apaçisi de, rapçisi de, bonzai çekeni de hepsi bizim kardeşimiz. Gözden çıkarabileceğimiz tek bir gencimiz bile yok. Öyle bir lükse sahip değiliz. O nedenle bilimsel çalışmalar yoluyla mutfakta üretilen ve yaraya şifa olacak faydalı ürünlerin, artık daha fazla geç kalınmadan sahaya uyarlanması ve gençlere sunulması gerekiyor. Ayrıca çoğu zaman sinema salonuna adam toplamaktan öteye geçmeyen binlerce kişilik “gelişim” konferanslarıyla arzuladığımız toplumsal dönüşümü sağlamaktan ve şuurlu nesilleri yetiştirmekten uzakta kalıyoruz.

Sivil toplum kuruluşları canımız, hayat damarımız. Toplumumuzun mayası, Osmanlı’dan miras kalan vakıf kültürünün temsilcileri… O nedenle kendilerini Allah için seviyoruz. Ancak artık adam adama markaj yoluyla, birebir ilgilenerek gençlere ulaşan ve her birinin ruhuna sabah esintisi gibi ferahlık veren kuruluşlara ihtiyacımız var. Eskiden de vardı belki ama gençlerdeki çözülmenin bu kadar hızlandığı ve çeşitlendiği bir dönemde; şüphesiz ki bu ihlasa ve şuura önceki yıllara göre çok çok daha ihtiyaç duyuyoruz. Zira artık gençlerin psikolojik ve sosyal ihtiyaçlarını göremeyen STK’lar, hiçbir zaman bir sosyalleşme ve halleşme ortamı olamamaktadır. O nedenle can cana, kol kola iletişim kurma ruhunu yakalayamayan vakıf ve dernekler, istedikleri kadar çok şube ve üye sayısına ulaşmış olurlarsa olsunlar; belli bir yaşı geçmiş amcaların ve dedelerin sosyalleşme mekânı olmaya ya da öyle kalmaya mahkûmdur.


Abdullah Yalnız'ın Yazısı.