Yazarlar bu kadar çok yazı konusunu nasıl buluyorlar? Başkalarının göremediği şeyi, başkalarının bakmadığı şekilde bakabildikleri için mi bunu başarıyorlar?

Bazı yazarlar böyle bir izlenim oluşturmaktan hoşlansa da, gerçek bu değil. Yazarlar, başkalarına benzemeyen özel insanlar değil. Onların başkalarında olmayan, herkesin göremediğini gören farklı özellikte gözleri de bulunmuyor. Yazarlık, doğuştan yazar olacak şekilde yaratılmış özel insanların başaracağı türden bir iş de değil; bilakis, söz söyleme, düşüncesini veya duygusunu ifade edebilme yeteneği olan herkes yazar olabilir.

Peki bütün bu ‘aynı’lığa rağmen, yazarları farklı kılan nedir denilirse, bunu kısaca ‘farketme yeteneği’ diye özetleyebiliriz. Yazar, başkalarının görmediğini gören, duymadığını duyan, düşünmediğini düşünen kimse değildir; ama yazar aslında herkesin görüp duyabildiği veya düşünebildiği şeylerin yazılmayı gerektirecek derecede önemini farkeder. Öyle ki, kimi zaman olur bir insan hayatın olağan akışı içinde birşey söyler, söylediği o şeyi belki o gün unutur, ama onun söylediği şey bir yazara bir yazıyı veya hatta kitabı ilham edebilir. Aradaki fark, biri ‘söylediği şeyin kıymetini’ farkedemezken, diğerinin duyduğu bu sözün kıymetini farkedip zihnine not edebilmesi, hatta çıkarıp defterine kaydetmesidir. Yazar, bu şekilde herkesin yaşadığı hayatta aslında herkesin gördüğü ve duyduğu şeylerden devşirir yazılarının malzemesini.

Ama elbette bundan fazlasını da yapması gerekir. Bir söz, bir düşünce, bir imge, bir hatıra, bir olayın bir yazının çekirdeği olacak kadar kıymetli olduğu farkettikten sonra, durup bu söz, düşünce, imge, hatıra, olay üzerine odaklanır yazar. Öylece bir kenara not edip geçmez; bilakis irdeler, derinlemesine düşünür, başka olay ve olgularla bağlantılar kurar, o çekirdeği büyütür, filizlendirir. Bu işe, öncelikle ‘farkeden’ yazarın farkettiği şey üzerine incelikle ve derinlikle düşünme, bir bakıma ‘derketme’ sürecidir.

Bu sürecin ardından ise, kıymetini iyice anladığı düşünceyi, duyguyu, anlamı ‘dert etme’ sürecinin gelmesi gerekir. Yazar, farkettiği şeyin önemini derketmiş, onun insanın anlam dünyasındaki yerini ve hayata tesirini anlamış durumdadır; ve kendisini bu kıymetli şeyi bir yazı kalıbında başkalarıyla paylaşmaktan sorumlu hissetmektedir. Bu konuyu yazmadığı sürece, içinden bir ses, bu yaptığının bencillik olduğunu, bu düşünceyi ve anlamı içinde bırakmaması, bilakis paylaşması gerektiğini söyler durur. Konuyu böylece dert edindiğinde yazar, koynunda sakladığı o kıymetli düşünceyi bu düşüncenin öncelikli muhatapları başta olmak üzere diğer insanların en rahat şekilde okuyup en güzel biçimde anlayacağı bir yazı kıvamına taşımak için zahmetli, yorucu ama bir o kadar zevkli ve öğretici yazı yolculuğuna koyulur.

Severek okuduğumuz, bize çok şey öğreten yazıların hemen hepsinin ardında, böyle bir hikâye saklıdır.

Sözün kısası, yazarlar özel şeyler görebiliyor, ben göremiyorum diye birşey yok. Yazar, aslında herkesin gördüğü şeyin kıymetini farkedip derkederek onu en uygun kıvamda paylaşmayı dert ediniyor; ve bu süreç bir hayat biçimine dönüştükçe, hayatın kendisi yazara sürekli yeni ilhamlar veriyor…


Metin Karabaşoğlu'ın Yazısı.