Esad Mücahit Eskimez

Twitter, Instagram ya da daha genel bir ifadeyle sosyal medyadan çoğunlukla menfi bahsetsek de, yine aynı mecralarda karşımıza yüzlerimizi güldüren başarılı ve güzel işlerin çıktığı da yadsınamaz bir gerçek. Bu güzel işlerden birisi de hiç şüphesiz Diaspora Türk. Gurbetin acısıyla tatlısıyla “bizim” olan hikayelerini derleyen DiasporaTürk’ün editörü Gökhan Duman ile konuştuk.

Twitter’da ve Instagram’da Diaspora Türk 100 bin civarında takipçiye sahip. Yaptığı paylaşımlar ile ulaştığı kitle ise çok daha geniş. Peki bu fikir nasıl doğdu ve gelişti?

Öncelikle teşekkür ederim. Bu vesileyle tüm okurlarınıza da selam ve sevgilerimizi iletelim. Diaspora Türk bir sosyal medya ailesi. Birbirini tanımayan farklı ülkelerden insanların ortak göç tarihinde ve ortak hikayelerde buluştuğu görsel bir mekan. Yurtdışında milyonlu rakamlarla ifade ettiğimiz bir diasporamız var. Ancak bu alana yönelik kültürel anlamda, görsel tarih anlamında, hakeza kolektif hafıza anlamında da çok fazla çalışma olmadığını biliyoruz. Sivil bir çalışmayla belki buna bir nebze katkımız olur diyerek böyle bir işe giriştik.

Ailesinin hiçbir ferdi göç etmemiş insanlar da sizin paylaştığınız hikayeleri ilgiyle takip ediyor. Paylaştığınız göç hikayeleri sizce niye bu kadar ilgi gördü?

Göç yaşayan, nefes alan bir olgu. Bu topraklarda göçün uğramadığı şehir, mahalle, sokak ve hane yok denecek kadar azdır belki de. İllaki ailemizden, mahallemizden, çevremizden birileri gurbet yoluna düşmüştür. Yabancı plakalı Ford Taunuslar, Mercedesler, Opeller kapımızın önünden geçmiştir, babasının getirdiği Alman oyuncaklarıyla oynayıp, Alman çikolatalarını yiyen çocuklar görmüşüzdür sokaklarda. Belki bir nedeni budur, gurbet ve göç hikayeleri bizim yakından bildiğimiz, tanıdığımız ve insanlarda karşılığı olan bir olgu. Bir diğer nedeni de, biz insan hikayesi anlatıyoruz, tarihin belli bir zamanında bu toprakların insanları tarafından yaşanmış gerçek hayat hikayeleri. Ve şimdiye kadar birçoğu tozlu raflarda, sandıklarda duruyordu. Biz yalnızca bunların gün yüzüne çıkmasına aracılık ettik. Şimdi gerçek anlamda o insanların neler yaşadığına şahitlik edebiliyoruz. Maalesef hem Yeşilçam’daki gurbet filmlerinde, hem göç edebiyatımızda ve dönemin gazete haberlerinde yurtdışındaki insanlarımızla ilgili basmakalıp bir yaklaşım karşımıza çıkıyor. “Gurbetçi” kalıbı olarak bize sunulan profile baktığınızda, kaba saba, görgüsüz, aşırı giyinen, ne konuştuğu belli olmayan bir profil çıkıyor. Şimdi onların gerçek hikayeleri ortaya çıkınca, ha demek öyle değilmiş demeye başladık. Düşünün ki 1970’lerde binlerce yabancı işçinin çalıştığı bir fabrikada hırsızlık olaylarını önlemek için 3-4 dilde bir uyarı tabelası asılıyor duvara. “Başkasının eşyasını izinsiz almak suçtur” yazıyor üzerinde. Fabrikada yüzlerce Türk işçi olmasına rağmen tabelaya Türkçe uyarı ifadesi yazılmıyor. Bunu fabrika yönetimine sorduklarında Türkler için böyle bir uyarıya gerek duymadıklarını söylüyorlar. Sanırım bu şekilde bir Anadolu irfanıyla giden neslimizi popüler kültüre malzeme yaparak kaba saba ve fırsatçı olarak sunmak onlara yapılan büyük bir haksızlıktı. Biz şimdi belki bu algının dönüşümüne küçük de olsa bir katkı sağlıyoruz.

Süreç boyunca insanlardan pek çok geri dönüş almış olmalısınız. Sizi en çok mutlu eden hangisiydi?

Evet çok fazla geri dönüş alıyoruz. Hikayeler, fotoğraflar hemen her gün geliyor. Bizi en çok mutlu eden şey, yayınladığımız fotoğrafta annesini, babasını, dedesini bulan insanların mutluluğu. Bizim göç arşivimizden bir fotoğraf yayınladık diyelim ve orada bir grup işçi var. Çocukları daha önce o fotoğrafı hiç görmemiş ve zaten rahmetli olan babalarından onlara hatıra kalan çok fazla fotoğraf da yok. Bir bakıyorlar ki kendi babaları orada öylece duruyor. Annelerine soruyorlar teyit için, evet o! Bu şekilde çok sayıda güzel tesadüf yaşadık. İnanılmaz bir mutluluk oluyor.

“Gurbet” ve “göç”, seneler ilerledikçe insan zihninde yerini ve manasını benzer şekilde muhafaza ediyor mu? Yoksa yeni nesillere aktarılmaktan uzak ve her geçen gün zayıflayan olgular mı?

İlk nesil ve son nesil arasında doğal olarak bir yaklaşım farkı var. İlk gidenler birkaç yıl çalışıp sonra anavatanlarına dönecekti. Ama öyle olmadı. Oraya yerleştiler, çoluk çocuk okula başladı, torun torba derken orada kalıcı oldular. Berlin’de, Paris’te, Brüksel’de ya da diğer Avrupa şehirlerinde doğan yeni nesiller açısından durum farklı. Doğdukları ülkenin dilini anadili gibi konuşan, oradaki okullardan mezun olup, orada iş bulan, yaşadığı ülkenin sistemine doğuştan ayak uyduran bir nesil var. Onlara hayır siz hâlâ gurbetçisiniz diyemeyiz. Gurbetçi kavramı, geri dönmeyi düşünen ilk nesil için kullanılan anlamlı ve naif bir isimlendirmeydi. Ancak şimdi pratikte karşılığı olduğunu söylemek çok zor. Bu yüzden diaspora kavramı gün geçtikçe daha sık karşımıza çıkıyor. Gurbet kavramının bu şekilde bir dönüşüme uğramasını zayıflık olarak görmüyorum. Bu bir dönüşümdür. Zamanın ve mekânın ruhu bunu gerektirir. Sonuçta hem ilk neslin hem de yeni nesillerin anavatanla olan bağları kuvvetli bir şekilde sürmektedir. Kültürel kimlik ve aidiyet anlamında anavatan bağı en önemli kriterlerden biridir ve biz bunun hala çok canlı olduğunu diasporamıza bakarak söyleyebiliriz.

11. Peron isimli bir de esere sahipsiniz. Sosyal medyada ciddi bir kitle ve uygun paylaşım ortamı bulmuşken, bu çalışmaları bir kitap olarak yayınlamaya sizi motive eden ne oldu?

Yaklaşık 4 yıldır biriken bunca anı, hikaye, anekdot ve bilgiyi bir araya getirmemek olmazdı. Hem de az önce zikrettiğim gibi diasporamızla ilgili algının dönüşümüne bir katkı sağlamak istedik. 11. Peron sosyal medyada yayınladıklarımız ve yayınlayamadıklarımızdan oluşuyor. Anadolu’dan Avrupa’ya doğru uzanan bir eski zaman yolculuğu vadediyor. Sirkeci’den üç günlük tren yolculuğuyla Münih’e giden Türklerin bu yolculukta neler yaşadığını, Almanya’ya ilk ayak bastıkları yer olan 11. Peron’da onları nelerin beklediğini ve sonrasında yaşadıkları gurbet hayatını anlatıyoruz. Kitapta bir yandan göçün nasıl başladığını, dönüm noktalarını, bilinmeyen yönlerini anlatırken, bir yandan da hem gidenlerin hem de kalanların yaşam öykülerinden kısa kısa alıntılar aktarıyoruz. Bazen 8-10 kişilik işçi yurtlarında radyonun başında bekleyip bir Anadolu türküsü çıksın diye dua eden işçilerimiz, bazen de eşlerinin, babalarının yolunu gözleyen, onlardan gelen mektubu günde üç dört kez okuyan insanımızın öyküsü karşılıyor okuyucuyu.

Okuyucumuzun Sirkeci treninin bir yolcusu gibi kompartımanın bir köşesine oturup, yarım asrı geride bırakan göç hikayesine en yakından tanıklık etmesini istedik. En temel motivasyonumuz buydu.


GENÇ'ın Yazısı.