Komar
Tek engel evimin eşiğiydi; bir adımda atladım üstünden, arkamda sorumluluklar, bir masa dolusu kağıt, fırçalarım, tamamlanmamış bir yazı, el sallayıp öpücük gönderen iki çocuk ve kahkahalarım... Bütün telaş yola çıkana kadardı. Farklı bir rota çizdim bu sefer. Beni büyüleyen Zil Kale ve Ayder yoluna sapmadan Pokut Yaylası’na çıktım.
Karadeniz manzarası denizde başladı. Yolda giderken bir yanımda sarp kayalar üstüne kurulmuş Rize ve Kalesi diğer yanımda bir gözüküp bir kaybolan yunuslar. Fındık ve çay tarlaları arasından keskin virajları kıl payı dönerek hoplaya zıplaya vardığım yaylada bulutlar çimlerin üstüne oturmuş, Mayıs ayında köylüleri yaylaya çağıran “Vargel” çiçekleri solup gitmişti. Göçebe ruhların saklandığı tepelerde hava sürekli değişti. Birkaç saat içinde yağmur yağdı, güneş açtı ve bulutların içinden gelen bir köpekle baş başa yürüdüm.
Pokut Yaylası alpin çayırlarının tersine ağaçlık ve serindi. Öğlen yemeği hazırlanırken dik yamaca kurulu salıncağa bindim. Sallandıkça ayaklarım bir dağa bir bulutlara değiyor, mutfaktan yükselen mısır ekmeğinin kokusu kırlara yayılıyordu. Dayanamayıp atladım ıslak yaprakların üstüne. Tereyağı bakır tavada cızırdıyordu. Genç kız annesinin su değirmeninde öğüttüğü mısır unundan boca edip kavururken tavaya önce su sonra kolot peyniri ekledi ve mıhlama macun gibi uzayıp altın rengi yağını salana kadar tahta kaşıkla karıştırdı. Yeni pişen ekmekten bandım, peynir uzadıkça kıvırıp döndürdüm elimdeki ekmeği.
Dönüş yolunda yamaca tutunan ahşap evlere ve altlarındaki ahırlara baktım. Eylül gelip “Var git” çiçekleri açana kadar tütecekti bacalar, sonra kış uykusuna yatacaktı toprak. Belki sislerin arasında beni bulan köpek bulutları terk etmeyip beklerdi bu yaylayı. Belki de ben kar tepeleri örttüğünde geri dönüp yılkı atlarıyla birlikte gökyüzüne doğru koşardım.
Yeşil nasıl fışkırmışsa topraktan arabanın camından içeri uzandı dallar. Şenyuva Köprüsü’nün taşları arasında büyüyen sarmaşıklar nehire sarkıyordu. Yamaçlara sıra sıra ekilmişti çaylar. Hasat zamanı başlarına keşan bağlayan kadınlar renklendiriyordu dağları. Hızlı ve kuvvetli eller makasları kapatıp açarken yüzler kayboluyor, çay yapraklarının üzerinde dolanan nasırlı, yıpranmış, yorgun parmaklar fısıldıyordu kim olduklarını. Çocuklar annelerini ellerinden tanıdı. Beyaz ojeli tırnakları, yumuşak bakımlı elleri yoktu Karadeniz kadınının. Güneşten yanmış, tuttuğunu koparan, sarıldığında titreten, sıcacık avuçları vardı. Mısır öğütmekten, yük taşımaktan, çalı çırpı toplamaktan yorgun, hikâyesi olan eller.
Ardeşen girişinde sarı gözlü dev bir atmaca heykelinin yanından geçip Fırtına Deresi’ne doğru gittim. Su kayalara çarptıkça köpürüp coşuyor ve bu sıcak yaz gününde kar kokuyordu. Hemşinli bir kadın eşarbının altına pullu yemenisini bağlamıştı. Sıradan bir seçim değildi bu, pullu bağlama onun evli olduğunu gösteriyordu. Irmakların, taş köprülerin yanından geçerken arabadan inip buz gibi sularda yürüdüm. Çayhaneden elime aldığım bardak hâlâ sıcaktı. Belki de ilk defa bergamot veya limon katmadan içiyordum çayımı. Karadeniz iliklerime kadar işledi. Mor orman gülü buldum yolda. Bu çiçeğe konan arının balı deli ediyordu yiyenleri. I. Dünya savaşında Rus asker bu toprakları işgal ettiğinde köylülerin dışarda bıraktığı, askerleri hasta eden deli balın özüydü bu çiçek.
Çoruh Nehri kıyısında bir pazara girdim. Köylü kadınlar sıra sıra oturmuş kendi elleriyle öğüttüğü mısırı, bahçesinden topladığı yamru yumru salatalık ve armutları, pancar dedikleri karalahanaları satıyor bir yandan da komşusuyla muhabbet ediyordu. Yolda yiyeceğimi söyleyince aldığım salatalıkları içme sularıyla yıkadılar. Yöresel lezzetlerin sunulduğu bir lokantada karalahana dolması, kuymak, silor, hamsi koli tattım ama benim için en vazgeçilmez olanı ılık muhallebisi akmasın diye kocaman lokmalar ısırdığım laz böreğiydi.
Borçka Karagöl’ün kıyısına birkaç çardak kurulmuş. Semaverde yeni demlenen çay. Kayıklar dolanıyor ayna gibi parlayan sularda. Bir uçtan başlayıp yürüyorum çevresini; birkaç kamp çadırı, odun ateşinde kaynayan su, dev yaprakların kapladığı bir patika... Kamp sandalyesini, termosunu ve romanını almış bir kadın oturuyor kıyıda. Orman güllerinin üstünde su damlacıkları, yapraklar yine nemli, toprak yine ıslak, suyun bereketiyle kayalardan sarp tepelerden fışkırmış yeşilin her tonu. Abartmayı seven Evliya Çelebi yüzyıllar önce “Artvin’e gittim; kahve ikram ettiler fincanımı koyacak yer bulamadım,” diye not düşmüş seyahatnamesine.
Gürcistan’a bakan üç tarafı dağlarla çevrili bir vadi Macahel. 1921’de sınırlar çizilirken altı köy Türkiye’de kalmak istemiş ve bir günde karşı tepedeki dostuyla ayrı düşmüş köylüler. Kar yolları kapattığında bin sekiz yüz metreyi sedyeyle aşan hamile kadınlar, yaşlı adamlar hâlâ ürpererek bakıyor bu dağlara. Temmuz ortasında bile karlar sıkışıp kalmış kayaların arasında, bir keçi yavrusu yalıyor buzları. Maral Şelalesi’nin yolu kaygan ve engebeli. Kafkaslardan gelen su gürleyerek dökülüyor gölete , ona ulaşmak için yüzlerce merdiven iniyorum. Camili Köyü’nde ahşap işlemeli bir cami, bakkalın birkaç metre ilerisinden evlerin duvarına değerek geçiyor sınır kapısının tel örgüleri.
Maral Köyündeki İremit Camisi’ni yağmur almasın diye sac kaplamışlar. Gürcü kadının boyadığı rengarenk parmaklıklardan tespihler sallanıyor. Mihrap boş, sadece Cuma namazında doluyor saflar.
Otelim ağaçtan bir ev. Çatıdaki odam kereste ve kır kokuyordu. Karşı yamaçta sönük bir ışık, doksan yaşında bir adamın yalnız yaşadığını söylediler. Onu düşündüm bütün akşam yaşadığı boşluğu, hastalandığındaki çaresizliği... Gün doğarken balkona çıktım, karşı tepenin üstünde çatısı yamulmuş bir ev, sessiz değildi dağlar. Bastığım tahtalar gıcırdadı, alt katımda uyuyan babam hapşırdı. “Sıhhatli yaşa bi tanem,” dedim. Annem sordu “Uyandın mı?” Göremediğim kuşlar farklı melodiler söyledi sonra ineklerin çan sesi, bir böğürme, horozdan cıyaklayarak kaçan tavuklar, yan evden bir bebek ağlaması ve uykulu bir annenin söylediği Gürcü ninnisi... İstanbul’da komşun ölse duymazsın. Kalabalık şehirlerde telefonun, kapının çalması için dua eden yaşlılar geldi gözümün önüne. Bir gece kaldığım Maral köyünde tanıdım yalnızlığı...
*Mor renkli dağ gülü
Hande Berra'ın Yazısı.