Ekim 2011 Yazı Atölyesine Gelen En İyi Yazı

Yazı Hakkında Metin Karabaşoğlu`nun Yorumu: Son iki paragrafta ifade biraz müphemleşse de, başarılı bir kurgu ve anlatım var. Kelimeler yerli yerinde kullanılmış, dil akıcı, kurgu kendini takip ettiriyor. Çabanı devam ettirirsen, bu kumaştan iyi bir hikâyeci veya romancı çıkabilir diye düşünüyorum. Sabırla ve gayretle devam…

Süleyman Tarık Şahin

Baktı bana, gülümsedi. “Merhaba” dedi.

Çocukluk yıllarımda nedense çok çekingen biriydim. Korkardım, utanırdım ve çekinirdim. Sanki ağzımdan bir söz çıkarsa herkes beni kötüleyecek, neden böyle yaptın diyeceklerdi. O yüzden hep sustum, sustum, sustum… Ne olduysa işte o yaz, bindokuzyüzseksendört yılının yazında oldu. Altı yıllık suskunluğun ardından, bir kelime, tek bir kelime çıktı ağzımdan. Baktım gülüyor herkes, şaşırdım önce, başkasına gülüyorlar sandım. Hayır, bana gülüyorlardı işte. Hayatımda ilk defa güldürmüştüm birilerini. Hem de altı yıllık suskunluğun ardından. Düşündüm, herkesi güldürmeliyim ben; hem de aynı sözlerle, aynı cümlelerle.

***

Bindokuzyüzseksensekiz kışı. Havalar çetin. Her akşam olduğu gibi karanlıkta oturmaya devam. Şimdi düşünüyorum da, hava soğuk olmasa, anne dediğim kişiyi ve ağabey dediğim kişiyi sobanın yanında birleştiren bir şey olmazdı. Ve yine o soğuklardan bir gün, her akşamki gibi mum ışığında ders çalıştığımı zannedip halbuki ben neden yaşıyorum sorusunu sorduğum anlardan birinde, o zamana kadar daha ağzından adıma dair en ufak bir harf bile duymadığım kişiyi, yanıma oturmuş adımı söylerken buldum: “Her yıl beni intihardan kurtaran o günü saygıyla ve neşeyle anıyorum.”

Yanıma oturan kişi babamdı. Sanırım o güne değin adını bile bilmiyordum. Gayet ciddi, resmi, bıkkın ve gözler solmuş bir şekilde, çok uzun olmayan, fakat benim için saatler, haftalar, aylar, yıllar süren-ki ben öyle olmasını isterdim-bir konuşma başladı: “Her insan konuşacak diye bir şey yok. Susmak erdemliktir, derdi rahmetli babam, sen de sus bakalım. Sus, sus, ama yaz...”

Ondokuz kelime çıkmıştı ağzından, hayatımı değiştiren ondokuz kelime. Sonra elindeki sert kapaklı ajandayı uzattı. Üstünde on yıl öncesinin, yani benim doğduğum yılın tarihi kabartma harflerle yazıyordu. Sonra gayri ihtiyarî doğduğum gün olan on dokuz Ekim’e baktım. En başta üç kelime, hemen altında yine üç kelime yazıyordu:

“Tek oğlumun doğduğu,

 Biricik aşkımın öldüğü…”

Anladım ki o zaman, sevindim de herhalde, beni düşünen birisi varmış. Sonra uydum babamın tek tavsiyesine. Önceleri üvey anne ortamını, üvey ağabey tavrını yazdım. Biricik aşkını, tek oğlunun doğumuyla kaybeden babanın, üvey oğula öz oğuldan daha çok değer vermesini yazdım. Hiç durmadım, yazdım. Dilim, kağıdım ve kalemim oldu. Izdıraplar ise yazma konum. Artık konuşuyordum. Elim kopuncaya dek de konuşacaktım. Rüyamda altıma işedim, konuştum. Koştum, düştüm, ağladım, konuştum. Aşık oldum, konuştum, ayrılık acısı çektim, yine konuştum. Hayatımın ilk on yılından sonraki yıllarını, günlerini konuşarak geçirdim.

***

Yılikibin üç; sustum ve küstüm. Bana ondokuz kelimeyle nasihat eden, ders veren, sevgisini açıklayan ve mesleğimi seçtiren babam, kalp krizinin ardından ikinci defa terk edildi; karısı tarafından, öz oğula değiştirilen üvey evladıyla birlikte terk edildi. Sonra çok sürmedi. Verem, siroz...

Küstüm yazıya, hayatımda üçüncü defa sustum. Gezdim tüm anılardan uzaklaşarak. Babamdan kaçarak. Son durağım ise Ortaköy oldu. Denize karşı, rüzgara karşı attım adımlarımı. Soğukluk hissettim önce, sonra nefes alamama. Kapalı gözüm açıldı, karşıma babam çıktı:

Baktı bana, gülümsedi. “Merhaba” dedi.


Metin Karabaşoğlu'ın Yazısı.