“Türkiye’de herkes futbolu benden iyi biliyor…”

Bu cümleyi yıllar önce Gordon Milne Beşiktaş’ın teknik direktörlüğü görevini yürütürken sarf etmişti. Bilinmeyen bir nedenle dönemin “Sarı fırtına”sı Metin Tekin’i her maçta kulübede oturtuyor, bir türlü oyuna sokmuyordu. Haftalar geçiyor ama Milne’nin inadı kırılmıyor, ulusal medya ise yeri göğü birbirine katıyordu. Nasıl böyle bir yetenekten istifade edilmezdi? Yazık, günah değil miydi? Bu Milne ne yapmaya çalışıyordu?

Halbuki Beşiktaş’ta işler tıkırındaydı. Takım şu anda kaçıncısı olduğunu hatırlayamadığım şampiyonluğuna koşar adım gidiyor, camia “Sarı Fırtına”nın sahada bulunmamasından öyle pek de şikayetçi görünmüyordu. Fakat nedense Beşiktaşlı olmayanlar işte böyle bir illete tutulmuşlar, Gordon Milne’yi futbolcu tercihi gerekçesiyle futbolu bilip bilmediğini sorguluyorlar; sorgulamak ne kelime, düpedüz futbolu bilmemekle suçluyorlardı.

Apaçık belliydi ki, bu Milne üzerinden yürütülmeye çalışılan bir yıpratma politikasıydı. Yani futbolun saha dışında oynanan kısmından bir parça, sahneye koyan da medyaydı. Elbette medyanın tek derdi Beşiktaş’ı çelmelemek değildi. Hatırlanırsa o dönemler Beşiktaş’ın en (daha doğrusu tek) medyatik futbolcusu Metin Tekin’di, medya Beşiktaş’ı pazarlarken O’ndan başka bir malzeme bulmakta çok zorlanıyordu. O da sahada görülmeyince mamûlün pazar değeri düşüyordu tabii… Beşiktaş Anadolu’da bir yere deplasmana gittiğinde oradaki futbolseverler takımı Metin Tekin olmasa tanıyamıyordu.

Meramımız mazide çevrilmiş bir takım Bizans oyunlarını yad etmek değil elbet. Oyunu sahneye koyanlar, bazı sebeplerden dolayı kimsenin dile getirmeye cesaret edemediği bir gerçeği çok iyi biliyorlar ve o noktadan hareket ediyorlardı:

Ortalama Türk futbolseveri futboldan zerre kadar anlamıyordu. Sevmekle (bu sevmenin mahiyeti de elbette tartışılır) bilmeyi birbirine karıştırıyor, sevdiği bir kavramı bilmemeyi ayıp saydığı için kendini zamanla bildiğine de inandırıyordu. Bu yanlış inanç bir kere yerleşince, artık öğrenmek için çaba sarfetmeye de gerek görmüyordu. Nasılsa biliyor, ne diye araştırsın, öğrensin ki?

Şimdi bir televizyon kanalından bir görevli, kamera ve mikrofonla sokağa çıksa ve rastgele “Futbolla yakından ilgileniyor musunuz?” diye bir soru yöneltse; “evet” cevabını müteakip çok basit bir kuralı bilip bilmediğini sorsa, örneğin “Golün nizami olması için topun ne kadarının çizgiyi geçmesi gerekir?” dese… İddia ediyorum, yanlış cevap verenlerin sayısı hepimizi hayretler içinde bırakacaktır .

Yıllar önce, askerlik yaptığım yerde bizim bölüğün futbolseverleriyle bir maç seyrediyoruz. Bu arkadaşların hepsi de futbolu biliyor tabii. Maç esnasında laflarken, birden ortaya çıktı ki, sivil hayatta hakemlik kursuna gittiğini iddia eden ve İstanbul’un büyük kulüplerinden birine başkan olmayı kendine hedef belirlemiş olan bir arkadaşımız topun % 51’i çizgiyi geçtiğinde gol olduğunu sanıyor! Kara mizah yaptığını zannedip üsteledim, baktım ki gayet ciddi… Beynimden vurulmuşa döndüm. Hemen öteki arkadaşların engin(!) bilgisine başvurduk, hepsi de kendilerinden son derece emin bir şekilde benzer cevaplar vermesinler mi? Ne yapacağımı şaşırmış durumdayken, futbolla fazlaca ilgili olmayan bir arkadaş, birkaç yıl önce bir F.Bahçe-Beşiktaş maçında Şifo Mehmet’in son dakikada attığı bir gol üzerine yapılan tartışmaları hatırlattı. O zaman bu kural gazete ve televizyonlarda bol bol dile getirilmişti. Fakat görüldüğü gibi kimse işin o kısmına dikkat etmemişti bile.

Diyecek olduğum, medya bu örtülü cahilliğin pekala farkındadır ve hemen bütün senaryolarını bunun üzerine bina eder. Medya bilseydi ki büyük çoğunluk böyle bir kampanyaya yüz vermeyecek ve mesleğini başarıyla icra eden bir İngiliz’in tasarrufuna saygı duyacak; böyle bir girişime cesaret edebilir miydi?


Bülent Şirin 'ın Yazısı.