Siyah önlüğün tebeşir tozuna bulandığı, saçların sanırım alabulus diye tabir edilen kısalıkta olduğu güzel zamanlarımızda, hayatta lazım olan her şeyi okulda öğrenebileceğimi sanıyordum. O sebepledir belki de nispeten başarılı bir öğrenci olmam…

İlkokulda üç farklı okul ve dolayısıyla üç farklı öğretmen görmüş olmam bile şevkimi kırmamış. Haa bu arada babam memur ve o sebeple tayinimiz çıktı gibi bir maceram olmadı hayatımda, yanlış anlaşılmasın. Benim babam, kirlenmemiş zamanlarda elinin emeği ile ekmeğini kazanan, orta sınıf bir lokantayı çekip çevirmeye çalışan bir ustaydı…

Yaşadığım yer tam bir mahalle; çoluk çocuk, komşular, insanlar; Bakkal İsmail Amca, İğneci İsmet Bey, Hüsnü Dede, Fatma Teyze, dükkânında saatlerce oturup sohbet ettiğim, hatta bazen koltukta uyuyakaldığım Fotoğrafçı Muhsin Amca ve diğerleri… Ekseriyeti fakir ama mutlu insanlar.

Her neyse uzatmayayım, işte tam burada başladı hikâye diyerek girelim mevzuya:

Mahallede benden yaşça ve en önemlisi bedence büyük bir çocuk olan Ercan, farkında olmasa bile benim hayat okulumun ilk öğretmenlerinden…

Şöyle özetleyeyim müsaadelerinizle: Ara ara birkaç sokak ötedeki mahalleye arkadaşlarımla top oynamaya giderdim. Orada tanıdım Ercan’ı aslında… Çok samimi de değildik işin doğrusu. Bir gün okul sonrası Ercan ile aynı mahallede oturan sınıf arkadaşım Osman ile evlerinin yanına yapılacak olan inşaata getirilen kum yığınlarına atlayarak kendimizce eğlencenin dibine vuruyorduk… Ancak Ercan geldi ve keyfmizi bir hayli kaçırdı. Hatta atlama sırasında tartışmıştık bu küçük dev ile… Geçimsiz biri değildim aslında ama iri cüssesi ve yüksek tonda alaycı kahkahası ile sürekli sıramızı alması canıma tak etmiş olacak ki, üzerine yürümüşüm farkında olmadan… Nasıl olduysa bizim küçük dev korkmuş ve gözleri dolmuştu. Çocukluk işte, korktuğunu belli edince de suskun kaldığım her anın intikamını yakalarından almıştım… O gün aklımda kalan, Ercan’ın koşarak gidişi ve kumlarda Osman’la özgürce yuvarlanışımızdı. Gün batmış, annem yine pırasa yemeği yapmıştı.

Çok değil, sanırım birkaç gün sonra okula gitmek için sabahın en erken vaktinde sırtımı kambura çeviren çantam ile yürümekteyken bir el çantama asılıp şöyle bir çekivermişti beni. Şaşkınlıkla döndüm, tabiki Ercan ve arkadaşları… Beni sürükleyerek okulun yanındaki ağaçlık alana çekmişler, tüm yalvarışıma rağmen aldırmayıp kollarımdan tutmuşlardı. Çokça Yeşilçam flmi izlediğini tahmin ettiğim Ercan, yine o kulaklarımı tırmalayan kahkahası ile tam karşımdaydı. “Vurmayın ne olur, ders başlayacak geç kaldım!” diye ettiğim feryatlara rağmen beni bir güzel dövmüşlerdi. Çocukların duyguları yoğun olurmuş; sevgisi de nefreti de… Küçük bir çocuk olarak o gün hayatım değişti. Önce gözyaşlarımı sildim oturduğum yerde kimse görmesin diye. Nasıl dövdülerse vicdansızlar, çanta bir yerde ben bir yerde… Üzerimi temizlemeye çalıştım; annemin eski olmasına rağmen özenle taktığı, bembeyaz yakamın kirlenmiş ve önlüğümün düğmelerinin kopmuş oluşuna aldırış etmeden kalktım ayağa… Sonra korkudan hızla atan kalbimin sakinleşmesini ve titreyen sesimin düzelmesini bekledim. Uzun uzun bekledim o bahçede, belki korkuyor belki utanıyordum. Nihayet tüm korkularımı, çekincelerimi o bahçede bırakıp, elime yüzüme aldırmadan çıktım dışarı. Ne kadar zaman geçmişti bilmiyorum ama sanırım ağladığımı çokça kişiye söyleyecek vakit bulmuşlardı… Hatırladığım sadece sıkmaktan kızarmış ellerim…

Aradan günler geçmiş, mahallenin tam orta yerinde, bakkalın önünde Elvan Gazoz’unu kafaya diken Ercan’ı görmüştüm. Ona doğru yaklaşmam tedirgin ediyor ama çaktırmamaya da gayret ediyordu küçük dev. İyice yaklaştım ve yakasına yapıştım, gözlerinin içine baktım uzunca ve korkudan buz kesmiş yüzünü seyrettim… O korkuyu gözlerinde gördüm ve daha da bir hışımla sarsmaya başladım onu… Sonra Bakkal İsmail Amca geldi, durumu farketmiş olacak ki; hızlıca neler oluyor der gibi bir baktı yüzüme. Bişey söylemeden, gözlerime baktı uzun uzun… O bana bakarken utanarak ellerimi çekmiştim Ercan’ın yakasından…

Ercan yine arazi olmuştu tabiki… Sonra koca bir adam gibi aldı beni karşısına İsmail Amca ve uzun uzun nasihat etti güzelce… Sanki dünyanın en büyük yükü omuzlarımda, keder içinde boğulmuş bir delikanlı gibi anlattım tüm hikâyeyi… Çok ağırıma gitmiş olacak ki, anlatırken ağlıyordum; O ise mütebessim bir çehre ile başımı okşuyordu. Sonra aklımda kalan şu ifadesini net hatırlıyorum: “Affet, affet ki Allah’ta seni affetsin hep!”.

İşte o günden sonra hayatta başıma gelen tüm olumsuzluklarda, bu olaylar bütününün çocuk yüreğimde oluşan akislerini düşünür, umut dolar içim… Kendime, bu basit olayı ne kadar büyüttüğümü düşünüp, gülüyorum her seferinde… Nasıl da büyük bir olaydı benim için; o dönemlerde gündemimi, kalbimi, beynimi ne kadar da çok meşgul etmişti…

İşte bu hikâyeyi anlatmamın asıl sebebi şu: Hayat da biraz Ercan gibi benim için… Bazen topluca dayak attığı oluyor ellerimi kollarımı tutup… Acı bir yana bazen ağırıma gidiyor yaşadıklarım; ama her seferinde bir İsmail Amca buluyorum hamdolsun…

Ercan mı? İnanın ne yapıyordur şimdi bilmiyorum ama hem bu dünyada hem de ahirette selameti için aklıma geldikçe dua ediyorum bu özel öğretmenim için…


Emre Topoğlu'ın Yazısı.