“Burası dünya, ne çok kıymetlendirdik. Oysa bir tarla idi ekip biçip gidecektik.” A.C.Z.

Ne garip bir başlık değil mi? Birçok yerde duyabileceğimiz ve daha önemlisi birçok konuya hazırlık cümlesi olarak kullanılabilecek kadar geniş bir ifade...

İşte hikâye tam da burada başlıyor ve tüm kıymetli edebiyat öğretmenlerimden özür dileyerek itiraf ediyorum:

Sanırım ortaokulun ilk senesinde keşfettim bu ifadeyi… O zamanlar kompozisyon yazdırırlardı bize, hatta sadece “kompozisyon” adlı bir ders vardı. Hâlâ var mı bilmiyorum ama bence oldukça faydalı bir dersti. Gerçi şimdi siz bu yazıyı okurken; “çok da faydalı olmamış galiba!” diyeceksiniz ama n’olur beni ölçü almayın, faydalı bir işti… Hatta şöyle ifade edeyim, “bu derse beraber girdiğim ve şu anda en çok satanlar listesinde kitapları olan arkadaşlar biliyorum!” demek isterdim ama öyle olmasa dahi bu dersin kendini daha rahat ifade edebilmeye, yazabilmeye, düşünmeye ve nihayetinde okumaya faydalı etkisinin, yadsınamaz bir gerçek olduğunu belirtmek isterim…

Neyse çok uzattım yine, nasıldı o süreç; giriş, gelişme ve sonuç… Ben an itibariyle hâlâ girişte etrafı seyretmeye devam ettiğimden gelişme kısmına geçemedim, özür diliyorum.

Asıl mesele; en sevdiği ders matematik olan ama yazmaya da hevesli bir öğrenci olarak, içinden geldiği gibi yazmakla birlikte yine analitik düşünmekten de vazgeçemeyip, bu dersten nasıl iyi not alabilirim meselesiydi… Biliyorum ki karşımda bir edebiyatçı var ve noktaya, virgüle cümledeki anlamdan daha çok değer verme olasılığı çok yüksek. Ayrıca noktalama işaretlerinin düzgün kullanımı kadar, el yazınızın güzelliği, kâğıdın düzeni de hayati bir öneme sahip not alabilmek için.

El yazım aslında fena değil, hatta çok güzel olduğunu söyleyenler bile olmuştur. Dolayısıyla bu kısımda sıkıntı yok gibi… Kâğıt düzenine falan da dikkat edeceğiz, yan, öyle yaz-sil yapmayacağız; zira kalitesiz yeşil silgi ile kâğıtta nahoş ve kararsız bir görüntü oluşuyor. İçerik noktasında da kasmaya hiç gerek yok, içinden geldiği gibi ama noktalama işaretlerine dikkat ederek hatta mümkünse bol bol kullanmaya müsait cümleler kuracağım ki, hâlâ noktalı virgül gibi kullanımı zor bir kuralı sanki mecburmuşum gibi kullanırım, alışkanlık işte…

Bu arada eminim şu ana kadar yazdıklarım, yazım kurallarına tamamen aykırı, devrik cümleler ile dolu ama not kaygım yok, mazur görün…

Sınavdayım, toplam sürem 20 dakika… Konuyu inanın hatırlamıyorum ama uzun uzun, noktalama işaretleri ile dolu bir yazı yazdığımı söyleyebilirim. Kısacası düşündüklerimin neredeyse hepsini kağıda aktardım. Muhtemelen iyi bir not alırım bu kağıtla ama en zor olanı, yani notun banko düşeceği kısım hala boş; yani yazının başlığı… Bir başlık bulmam gerek ama hocamın: “Okuyucunun içeriği başlıkta bulabilmesi ama en mühimi okuyucuda ilgi uyandırması gerek” ifadesi ile uyumlu bir başlık…

İşte bu düşünceler içinde girdiğim ilk sınavda bu özellikleri taşıyan ve tam anlamı ile kapsayıcı bir başlık bulamamış ve son dakikalarımı kafamda soru işaretleri ile yazdığım onca yazının içinde kaybolarak harcıyorum. Sonra 20 dakikalık sürenin son saniyelerinde dilimde sürekli tekrarladığım ve aslında düşünmemi engelleyen o kelimeyi başlık kısmına yazıveriyorum çabukça ve kağıtlar toplanmadan kelime bir soru cümlesine evriliveriyor hızlıca… İçerikle alakası olmasa da kapsayıcı, çok geniş, lastik gibi bir cümle oluyor ve hocanın ilgisini çekeceğinden emin bir şekilde veriyorum kağıdı…

Matematikle olan güzel ilişkiyi edebiyat derslerine de taşımak özel olsa gerek benim gibi bir öğrenci için… Sınav sonuçları açıklanacağı gün, garip bir heyecan var içimde; acaba benim kurduğum fonksiyonel ilişki sonuç verecek miydi?

Nihayet güler geçmiş ve sınav sonuçlarının açıklanacağı gün gelmişti. Hocamız o gün yanında iki stajyer öğretmen ile girdi sınıfa ve kompozisyonlarımızı stajyer öğretmenlerin okuduğunu iletti bizlere… Bu bir bakıma iyiydi, zira henüz mesleğe atılmamış, aslında kendileri de öğrenci olan iki öğretmen adayı, notları da bol kepçe dağıtacakları noktasında umut verdi bana… Stajyer öğretmenlerden birisi, elinde kağıtlarla sınav sonuçlarını okuyor, düşük notlar havada uçuşuyor, eleştirilerin bini bir para… Neredeyse en son ismimi okuyup kağıttan başını kaldırdığında yüzünde gördüğüm tebessüm aslında tüm heyecanımı kaybetmeme vesile olmuştu, zira gözleri ışıl ışıl parlıyor ve sevgiyle bakıyordu yüzüme... Bana tahtaya gelmemi söylediğinde işin tahmin ettiğimden çok daha iyi olduğu yönündeki kanaatim perçinleşmişti. Nitekim “Ben böyle bir kağıt okumadım, noktalama işaretlerinde en ufak bir hata yok, bu inanılmaz bir şey, yazı ve düzen muhteşem, konuyu da gayet makul açıklamışsın. Ancak hepsinden öte öyle bir başlık atmışsın ki, söyleyecek söz bulamıyorum…” dediğinde zafer kazanmış komutan edası ile teşekkürleri kabul etmiştim… Sonra sınıfa karşı yazdığım yazıyı okumuştum. Hey gidi günler…

Sahi başlığın ne olduğunu yazmadım değil mi? Başlık en vurgulusundan, tok bir ses tonu ile okuyun lütfen: “Nedir Bu Hayat Bilmecesi?”

Sonra mı? Sonra her kompozisyon dersinde, evet galiba hepsinde, her yazıya aynı başlığı attığım gerçeğidir. Bu başlık beni uzunca bir süre idare etti… Üniversite yıllarıma kadar her yazıda bunu kullandım. Son dönemlerde, ilk dönemlerdeki kadar etki oluşturmadı belki ama beni çok idare etti. Ya acaba bana mı hissettirmemiş ama durumun farkında olabilirler mi? Tam olarak emin değilim ama aslında bunca hikâyeyi sadece ve sadece şunu ifade etmek için yazdım:

Belki o yıllarda ilgi çeker diye düşündüm, sonra fark edilmediği ve iyi tepki aldığını düşünerek yazdım ama ben hâlâ bu soru cümlesinin peşindeyim, hâlâ bu soru ile yaşıyor ve hâlâ bu sorunun cevabını arıyorum…

11-12’li yaşlarda kompozisyonlara attığım bu başlığı; şimdilerde yazdığım yazılarda kullanmasam da insan ilişkilerine, toplumsal olaylara, vefasızlığa, zulümlere, ikiyüzlülüğe atıyorum… Ben bu başlığı kalbimin en derininden alıp, kendi kendime atıyor ve soruyorum: “Nedir Bu Hayat Bilmecesi?”

Sonra şöyle bitiriyorum: Rabbim, beni bir an bile nefsimin eline bırakma… Bize ne oldu bilmiyorum ama hem insanlara ve elbette nefsime üzülüyorum… Zira nefsim de en az insanlar kadar ürkütüyor beni…


Emre Topoğlu'ın Yazısı.