İnsanlığa Faydalı Olmayı Erteleyemeyiz
Büşra Nur Çapku
Dünyaya geldiğimiz ilk andan itibaren bir oluş sürecinin içine gireriz. Yaşıyor olmak, olgunlaşmaya doğru adım adım ilerlediğimiz bir yoldur aslında. Üzerinde bulunduğumuz topraklarda hayata, tecrübeye, bilgiye ve bilgeliğe hürmet kadim bir gelenektir. Yaşlanmak, olgunlaşmak, tasavvufi bir ifadeyle kemâle ermektir. Bu oluşum, güzelliğin, iyiliğin ve hakikatin peşinde yürüyebildiğimiz kadar gerçekleşebilir.
"Din ve ideoloji, insana bir kıvam verdiği kadar insanın ruhunda da bir kıvam buluyor" diyor Kemal Sayar. İnanç, insanın kişilik oluşumunda ve ölçümündeki en önemli faktörlerden biridir. İnsanın iç dünyasında bir denetim odağı olmasıyla beraber umut, iyimserlik gibi içsel duyuşları ve fedakârlık, sorumluluk gibi hassasiyetleri de geliştirir. Din kavramını fıkhi anlamda incelediğimizde, karşımıza ibadetler diye bir başlık çıkar. İbadetler, hayatımıza istikamet verdiği kadar hayatımızda da onun vasıtasıyla bir istikamet olur.
İmam Gazali ibadetleri tasnif ederken on kısma ayırır. Bu kısımlardan bazıları: Helal rızık kazanmak, Müslümanların haklarının ikamesine çalışmak, kardeşlik hukukuna riayet etmek, iyiliği emredip kötülükten nehyetmek gibi unsurlar vardır. Bu bakımdan ibadetler, insanı toplumla beraber inşa etmenin ilahi emir halidir diyebiliriz.
İslam dini ruhbanlıktan ziyade halkın içinde Hakk’a vasıl olmayı öncelemiştir. Çünkü insan, insanlığı ve ahlakı, ancak hayattan bir parça olduklarında öğrenebilir. Amerika’da (New York) yapılan bir araştırmada, dini bir inanca sahip olan ve bunu bir cemaate devam ederek pekiştirenlerin diğerlerine göre daha olumlu ve güçlü bir kişiliğe sahip oldukları ortaya konulmuştur. Cuma namazının, bayram namazının ve cenaze namazının şartlarının yerine gelebilmesi için cemaate ihtiyaç vardır. İnanan insanlar için Cuma günleri haftalık, bayramlar da yılda iki defa toplu olarak karşıladığımız, neşe ve huzurumuzu paylaştığımız, cenazeler ise hüznümüzü paylaşarak hafiflettiğimiz vakitlerdir. Bunlarda görüldüğü üzere bu paylaşımlar yakın çevremiz, akrabalarımız ve dostlarımızla yani insan ve toplumla değer kazanan hatta kabul olunan ibadetlerimizdir. Mevlana dostu tarif ederken “sevinci çarpan, acıyı bölen, geçmişi çıkaran ve geleceği toplayan” diye ifade eder. Bu ibadetlerimiz, dostluğun kadim kapılarını aralamamızın da ilk yoludur.
Hacc ibadetini bu bağlamda değerlendirebiliriz. Renk, ırk, dil, cinsiyet ayrımı gözetmeden yalnızca din kardeşi olarak bir araya gelmek ve belirli zaman dilimlerinde topluca hareket ederek gerek birbirimizin ihtiyaçları hususunda, gerekse farklılıklardan doğabilecek ufak tefek sıkıntılar hususunda, kardeşimizin ihtiyaçlarını önceleyerek bizlere toprak gibi tevazu sahibi olmayı öğretir mezkûr ibadet. Birbirini yıkayan iki el misali, bizlere eksiklerimizi tamamlamanın, kusurlarımızı örtmenin yollarını gösterir. Kalbimizi daima dinç ve diri tutarak, olaylara kalp gözüyle baktırır ve bizi birbirimize kenetler. Ancak bu beraberlikle birlik sırrına ulaşabileceğimizi yaşayarak tecrübe ettirir. Hayatımızda ilk defa gördüğümüz insanlarla, tavaf ederken yahut namaz kılarken, “Müminler ancak kardeştir” ayeti kerimesinin de tecellisi olsa gerektir ki, kalbimizde bir şüphe hissetmeden, güven ve huzur içerisinde omuz omuza vermenin sekîneti gönlümüze bahşedilir. Yalnızlık kavramını ortadan kaldırarak, en kimsesiz kimseyi dahi din kardeşliğiyle zengin ve hoşnut eder. Hacc ile birlikte müminler, yerel olmaktan çıkıp uluslararası tecrübeye sahip birer insan, birer ‘hacı’ ünvanına erişirler.
Allah Teala bir ayeti kerimede şöyle buyurur: “Allah, rızık konusunda kiminizi kiminizden üstün kıldı.”* Ve yine bizlere, (kamerî olarak) yılda bir defaya mahsus, malımızın cinsinden yani emek verdiğimiz, kıymetini bildiğimiz (ziraî ürünlerden olan) helal rızkımızın kırkta birini ihtiyaç sahiplerine dağıtmamızı zekat ibadeti olarak emretmiştir.
Rabbimiz, bir lütuf olarak verilen bu üstünlüğün, Allah katından verildiğini idrak etmemizi ister evvela. Her şeyin mutlak sahibinin kendisi olduğunu, bizlerin ancak bir emanetçi olduğunu hissettir. Fakirler için az rızkı takdir eden de bizden bir kul olarak emri yerine getirmemizi isteyerek paylaşmanın, merhametin ve fedakârlığın huzurunu tattıran da O’dur.
Bu durum bazen öyle bir hâl alır ki, insanın kendi çıkarlarını ikinci plana atması yahut tamamen vazgeçmesi şeklinde tezahür edebilir. İşte burada sadaka kavramı devreye girer. Sadaka, sevdiğimiz şeylerden Allah için vazgeçmektir, Allah’a verilen en güzel borçtur. Şimdi mevzuya rikkatle baktığımızda bir incelik daha çıkar ortaya. Verilen zat, bizzat Allah olunca vermenin erdemi de ikram hassasiyetinde olmalıdır. Zira Allah için vermek imanın tezahürüdür.** Verilen, verilene ne kadar muhtaçsa, veren de alana bir o kadar muhtaçtır. Büyüklerimiz, yardımda bulunduklarında, ikramlarının üzerine “kabulünüz için teşekkür ederiz” diye yazarak bu kalbi rikkati yaşamaya çalışmışlar. Yine Rasulüllah (sav), vermenin erdemine dair sağ elin verdiğini sol elin görmeyeceği şekilde derken sadece riyadan bahsetmemiş, aynı zamanda verilen insanın da rencide edilmemesinin altını çizmiştir. Osmanlı’da bulunan sadaka taşları, ramazan ayında yemek verilen aş evlerinde, verenle alanın birbirini görmeyeceği şekilde inşa edilmiş olması bu hassasiyetin örnekleridir.
Namaz ve oruç ibadetimiz hem irade ile hareket etmeyi hem de sorumluluk sahibi olabilmeyi ve hayatımızı düzenli bir şekilde idame ettirebilmeyi öğretir bize. Günü beş vakte, yılı aylara böler… Yaşadığından ve yaşanılanlardan bîhaber olmak yerine ibnü’l vakt olmayı salık verir. Nefes aldığın her ânın farkına vardırarak hayatı sorgulamayı, bu sorgulamalar sayesinde ise insan olarak dünyaya gönderilişimizin hikmetini kavrattırır. Bu hikmet vesilesiyle doğru ve düzgün yolda yürümeyi tercihimize sunar. Bize görebilme, anlayabilme ve kavrayabilme özellikleri kazandırır. Kazandığımız bu bilinç, sorumluluk duygusuyla birleşerek hem yarınımızı hem on yıl sonrasını hem de ölümden sonrasını düşünerek plan yapmamızı ve kurtuluşa erebileceğimiz bir hayat üzere yaşamamızı nihai hedef haline getirir.
Sorumluluk bilincimiz sadece kendimizden ibaret değildir. Hatta kendimiz kadar ehlimiz ve etrafımızdan da sorumluyuz desek daha doğru olur. İslam, iyiliği emredip kötülükten sakındırmayı, tebessümü ve selamı yaymayı bir ibadet kabul etmiştir. Rasulullah (sav) bir insanın hidayetine vesile olmayı dünyanın en büyük bahtiyarlığı olarak müjdelemiş, bunun için çaba sarf etmiş ve iman etmeyenler için mahzun olmuştur. Hayatın yoğunluğunda insana nefes almayı hatırlatacak yahut hüzünle sarsılmış bir insana umudu hatırlatacak olan tebessümü sadaka saymış, insanlar arasında muhabbeti arttıracak olan selamlaşmayı tavsiye etmiştir. Yaşatmayı yaşamanın, kurtarmayı da kurtuluşun önüne geçirerek insanı duyarlı olmaya sevk etmiştir.
İşte bu duyarlılıktır ki, bizi yine vaktin çocuğu olmaya yönlendirir. Yaşadığımız asırdaki sancıları ve sızıları kalbimizle duyarak, her anlamda kendimize, insana ve insanlığa faydalı olmayı erteleyemeyiz. Bir vaktin namazını bir sonraki vakte, bu yılki Ramazan’ı bir sonraki Ramazan’a erteleyemeyeceğimiz gibi.
*(Nahl Suresi, 71)
**Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça, gerçek iyiliğe asla erişemezsiniz. (Al-i İmran Suresi, 92)
GENÇ'ın Yazısı.