Vakte riayetten ve karşımızdakinin vaktine hürmetten başlayarak, hadleri yeniden hatırlamanın ve haddini bilmeyi bir iman meselesi olarak zihinlere oturtmanın sırası şimdi… Hep beraber ve omuz omuza.

Tek odadan müteşekkil bir eviniz olsa… O eve çat kapı misafir gelse… Elde bulunan bütün imkânlarla o misafirlere sofra hazırlasanız… Yemekler güzelce yendikten sonra, misafirler kalkıp gitmeseler, ama sizin de evde hususi bir meşguliyet için yalnız kalmanız gerekse… Lisan-ı halinizle, artık kalkmaları gerektiğini misafirlere anlatmaya çalışsanız, fakat onlar anlamayarak lafa dalsa… Belki durumu görürler diye evden çıksanız, buna rağmen onlar sohbeti sürdürse… Eve dönüp, ikinci kez onlara halinizi fark ettirmeye çalışmanız da sonucu değiştirmese… Böylece, önceden haber verilmemiş sürpriz bir misafirlik, sizin için eziyete dönüşse, siz de nezaketinizden misafirlerinizin yüzüne bir şey söyleyemeseniz… Böyle bir durumda ne yapardınız?

Tam da böyle bir vaziyet, Rasulullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimizin başına gelmişti. Tek odadan müteşekkil hanelerinden birinde onu ziyaret eden iki kişi, yemekten sonra lafa dalıp gidince ve böylece ziyaret uzadıkça uzayınca, Hz. Peygamber müşkül bir durumda kalmıştı. Hem evinde yalnız kalmak istiyor, hem de misafirlerine bir şey diyemiyordu. Onlar da, uzunca süre meşgul ettikleri evi ve ev sahibini kendi haline bırakarak kalkıp gitmeyi akıllarına getirmiyorlardı. Üstelik, evin sahibi kendilerini sofrada yalnız bırakıp dışarı çıktığı halde…

Derken, bir ayet nâzil oldu. Metni şöyleydi:

“Ey iman edenler! Siz, bir yemeğe çağırılmadıkça, zamanını gözetmeksizin Peygamber’in evlerine girmeyin. Ancak davet edildiğiniz vakit girin. Yemeği yediğinizde de hemen dağılın, sohbete dalmayın. Bu hareketiniz Peygamber’e eziyet vermekte, ama o sizden (bunu size söylemekten) çekinmektedir. Ama Allah, hakkı söylemekten çekinmez…” (Ahzâb.53)

Dünyamızı ve âhiretimizi düzenleyen Kur’an’ımız, sosyal ilişkilere dair muazzam bir ölçü getiriyor. Bizzat Hz. Peygamber’in yaşadığı bir hadise üzerinden, birbirimizle münasebetlerimizde sınırları, saygıyı ve mesafeyi hatırlatıyor. Sadece bu ayeti dosdoğru anlayıp yaşadığımızda bile, hayatımızda inanılmaz değişiklikler olabilir. Mesela:

Bir arkadaşımızın vaktini alacağımız herhangi bir durumda, en üst düzeyde hassas olmaya başlarız. Çat kapı ziyaretlerin samimiyet değil, kul hakkı ihlali olabileceğini düşünürüz ve önceden haber verip randevu alma inceliğini kazanırız. Misafirliklerimizi “ucu açık eziyetler”e dönüştürmeyiz, ev sahiplerine de bu şekilde zulmetmemiş oluruz. Herkesin vaktinin kıymetli olduğu fikrinden hareketle, ziyaretlerimizi başı-sonu belli ve belirli hale getiririz, böylece vakti iktisatlı kullanmayı öğreniriz. Vakti iktisatlı kullanmayı öğrendikten sonra, “şimdi bunu yapmam şart mı?” sorusunu sormaya sıra gelir. Bu soruyu sorabildikten sonra da, günlük hayatta yaptığımız birçok şeyi yapmamaya, yapmadığımız bazı şeyleri de yapmaya başlarız.

Görüldüğü gibi, “had bilmek” olarak hülasa edebileceğimiz bir haslet, bize bir çırpıda onlarca yeni bereketin de kapısını açıyor. Kur’an, “had” kavramını Allah’ın koyduğu sınırlar olarak açıklar bize. Yukarıdaki ayette olduğu gibi, birbirimizin sınırlarına dikkat etmek de, Allah’ın koyduğu sınırlara dâhil. O zaman, şunu söylemek hiç de yanlış olmaz: Haddimizi bilmek, imandandır.

* * *

İslam’ı genellikle “Allah’ın kullarına buyurduğu emirler ve Allah’a karşı görevlerimiz” olarak tanımladığımızdan, dinin çok önemli bir boyutu gözden kaçıyor bugün: Muamelat. Yani, iman ve ibadetler dışında kalan o geniş alan. Yani, çevremizle ve kullarla ilişkiler. Yani, aslında dinin dünyaya ve kullar arasındaki hukuka taalluk eden kısmı.

Zihinlerde bu bağlantı koptuğu içindir ki, beş vakit namazlı bir insan, trafikte kul hakkını hiçe sayan bir canavara dönüşebiliyor. Din böyle tanımlanmadığı içindir ki, takva sahibi bir kardeşimiz, randevularına ve vakte hiç riayet etmeyebiliyor. Şuurumuzda dinin kullara yönelik tarafı pek işlenmediği içindir ki, ibadetlerinde son derece hassas insanlar, kullara karşı kaba, acımasız ve insafsız olabiliyor. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Çoğalttığımız her bir örnek, bir başka yaramıza denk düşüyor maalesef.

Bu karanlık tünelden çıkış yolu oldukça basit aslında:

Özellikle genç nesillerimize İslam’ı anlatırken, en az ibadetler kadar muamelata da ağırlık vermemiz gerekiyor. Nezaket, kibarlık, kararında mesafe, saygı, kullara tahammül ve şefkat, kamusal alanda davranma adabı, insanlarla bir arada bulunma ahlâkı, sınırlara riayet, mahremiyete saygı… Gibi birçok başlık, namaz-oruç-zekât-hac anlatılırken, mutlaka gündemde olmalı. Ki böylece, çocuklarımız, İslam’ın sadece “şahsi ibadetlerden ibaret” bir ruhban dini olduğu zehabına kapılmasınlar. Böylece hem iman ve ibadetlerinde, hem de kullarla ilişkilerinde son derece özenli, dikkatli ve derinlikli davransınlar. Rasulullah Efendimiz’in bize öğrettiği İslam, bu ideal dengeyi her yönden içeriyor zaten.

* * *

Haddini bilmemek, saygısızlık, kabalık, hoyratlık, bencillik gibi hususların günümüzde sadece gençlere mahsus olduğunu da düşünmemek gerekir. Toplumun geneline arız olan bir beladan söz ediyoruz aslında. Saygısız ve hadsiz gençler, çoğu durumda, önlerinde düzgün ve tutarlı örnekler bulamadıkları için bu haldeler. Evlerde, hikmet ehli ihtiyarlar giderek eksiliyor. Sosyal medya ve diğer teknolojik oyuncaklar, bugün yaşlılarımızı, dedelerimizi ve ninelerimizi bile esir almaya başladı. Facebook ve WhatsApp’ta her gün saatler geçiren ve torunlarıyla sohbete vakit bulamayan dedeler ve büyükanneler, artık evlerimizin birer gerçeğine dönüştü.

Şu halde, sadece gençleri suçlayıp içinden çıkamayacağımız büyük bir problemle yüzleşmemiz gerekiyor. Had ve saygı seferberliği ilân edilecekse, bu dededen toruna, yediden yetmişe olmak zorunda. Aksi halde, sonuç elde edilemeyecektir.

Vakte riayetten ve karşımızdakinin vaktine hürmetten başlayarak, hadleri yeniden hatırlamanın ve haddini bilmeyi bir iman meselesi olarak zihinlere oturtmanın sırası şimdi… Hep beraber ve omuz omuza.


Taha Kılınç'ın Yazısı.