İçi kor gibi, yanarak yaşayan insanlar vardır. Bunların nazarı yalım, teması hararet, sözü alevdir. Dokunduklarını kendileri gibi yaparlar. Bu, onlara verilmiş bir hediyedir. Kıvılcım isteyene kıvılcım, hararet isteyene hararet, alev isteyene alev vermekte üstlerine yoktur. Yeter ki doğru zamanda, doğru yerde ve doğru maksatla görülsünler.

Gözleri gök kadar derin Genç, Hakîm’den ayrı düştüğü günden bu yana tartışma ortamlarının kendisini çekmeye başladığını fark etmişti. Huzur ve dinginliğin dünyasından münakaşa ve cedelin dünyasına göç etmiş gibiydi. Çokça okuyor, itiraz ediyor, karşı tezler geliştiriyor, dost meclislerinde bu tezleri tartışmaya açıyor, aklının ve zihninin rehberliğinde zor ve meşakkatli bir yolculuk yapıyordu. Bu durumdan çok memnun olduğu söylenemezdi. Zihnine faydası olanın gönlüne zarar verdiğini hissediyordu. Ama gittiği yolun götürüldüğü yol olduğuna inanmıştı bir kere, dönüş yoktu. Dahası kendi kanaatinin sınırlarının da farkındaydı. Neyi ne kadar bilebilir, kendisi hakkındaki hükmüne ne kadar güvenebilirdi ki? Nefsine itimat etmemesi gerektiğini biliyordu. Gidişatının iyi ya da kötü olmasına dair zannından daha ziyade niyetinin duruluğuna inanıyordu.

Girdiği ve yer almaktan hoşlandığı tartışmaların muhtevası Hakîm ile hayatında başlayan süreçten bağımsız değildi aslında. Zihninde oluşan açılımlardan, vardığı neticelerden memnundu. Ama ya gönlü? Onun ne âlemde olduğunu çoktandır izlemez olmuştu. Okudukları ve tartıştıkları ile zihnin ve idrakin harareti yükseldikçe başka bir şey ile meşgul olamıyordu. Birkaç sert tartışmanın etkisini hala unutamaz. Cedel ya da tartışma ne kadar olumlu sonuçlar verse de kıran ya da inciten boyutu ile hep gönül gündeminden uzağa düşüyordu. Bunun kendisi gibi huzuru önceleyenler için bir gram bal uğruna keçiboynuzu çiğnemek gibi bir mahiyeti yok muydu? Belki. Ya da bazen… Emin değildi.

Son tartışmalardan birinde Burhan ile tanışmıştı. Ağabey vasfını sadece yaşı ile değil hali ve tavrı ile de hak eden bir olgunluğu vardı Burhan’ın. Bakışlarındaki keskinlik, bilgi seviyesi ve sözlerindeki mantık dokusu etkileyiciydi. Doğrusu Hakîm’deki hazmedilmişlik ve sekinet halini kimsede bulacağını düşünmüyordu. Ama akıl ve bilgi öncelikli bir arınma çabasının insanı ne tür bir noktaya getirebileceğinin bir örneği olarak Burhan, Hakîm’den başka bir yerde duruyordu. Onun bir dinginlik arayışında olduğu da şüpheliydi. Tam tabiri ile rahatsız bir tipti ve bundan şikâyetçi olduğu söylenemezdi. Ama ifadeleri, mantığı ve yolculuğu böyle tipler için tekin bir limanı andırıyordu. Bu limana ad koymak istese herhalde “kaygının kaygısızlığı” gibi bir isim düşünürdü. Girdiği son tartışmalardan birisinde neyi niye savunduğunu bilemez bir duruma düşmüşken Burhan’ın sözleri ile kendine gelmiş, dimağındaki kesif bulutların dağıldığını hissetmişti. O günden bu yana düzenli görüşüyorlardı.

“Adınız niye Burhan” diye sorduğunu hatırladı. Gülmüş ve “Peder, sağ olsun” diye cevap vermişti: “Farabi’nin beş sanatından birisidir burhan. Diğerleri cedel, safsata, hitabet ve şiirdir. Bunlar içerisinde en kesin bilgi veren tür olduğu için hiç dilinden düşürmezdi bu kavramı. İsmimi ya Yusuf koyacakmış ya da Burhan. Bir müddet kararsız kalmış. Nihayet Yusuf’u da kurtaran burhan değil miydi diyerek kararını vermiş.”

Genç, Yusuf aleyhisselam’ı kurtaranın burhan olduğunu biliyordu ama burhanın ne olduğu üzerinde hiç kafa yormamıştı. O gün ayrıldıktan sonra araştırmaya başladı. Anladığı kadarı ile burhan; hakikat bilgisi ya da kesin bilginin adıydı. Fârâbî’ye göre zıddı doğru olamayan ve kendisinden şüphe edilmeyen bilgi, İbni Sina’ya göre ise “doğruluğu kesin önermelerden yapılan kıyas”tı. Gazâlî ise kavramın, doğruluğunun devamlı oluşu ve değişikliğe uğramayışına dikkat çekmişti. Tüm bu anladıklarını Yusuf aleyhisselam’ın düştüğü nazik durum ile birlikte düşündüğünde biraz kafası karışmış, ayette geçen burhanın ancak “Rabbinin burhanı” şeklinde anlam kazanacağına kani olmuştu. Nihayet bu bahsi, “Burhanı bir ara Burhan ile konuşmam gerek” diyerek ucu açık bırakmıştı.

Burhan’ın şehrin merkezinde ufak bir bürosu vardı. O gün kapıyı çaldığında onu kömür sobasını yakarken buldu. Burhan yeni kömür doldurduğu kovayı sobanın içine koyarken konuşmaya başladı:

- Gel bakalım kardeşim, bak bizim çocukluğumuz bu kömürlü sobalarla geçti. Soba yakmak, kömür kovasını doldurmakla başlayan bir ritüeldir, aman hafife alma.

Genç tokalaşmak için elini uzatacak oldu, Burhan gülümseyerek kömüre bulanmış elini gösterdi:

- Bak bu kova, irisinden ufağına kömür parçaları ile üçte ikisine kadar doldurulur, onun üstüne de odun konulur. Odunu tutuşturmak için çıra gerekir. Çırayı tutuşturmak için ise kibrit… Bir tür yanış hiyerarşisi var, dikkat ettin mi? Kibrit çırayı, çıra odunu, odun da kömürü tutuşturacak. Bu şekilde yanmaya başlayan kömür hava akımına göre içten içe yanarak uzun süre ısı verebilir.

Kibrit ile en üstteki çırayı tutuştururken konuşmaya devam etti:

- İnsanın da hayatından verim alması için tutuşması gerekir. Bu da tıpkı kömürlü soba gibi bir tutuşma süreci gerektirir. Bir yanış hiyerarşisi içerisinde kolay yanandan zor yanana doğru bir silsile izlemek gerekir. En zor yanış insanın kendi iradesine ait yanıştır. Kendi kendine ışımak, uygun ortam ve şartlarda alevlenmek ya da soğumayı tercih edecek duruma gelmek mümkün müdür? Evet, mümkündür, ama en zor ve son erişilen yerdir.

- Peki, oraya varmak için önce neleri yakmak gerekir?

Burhan sorunun hoşuna gittiğini ifade sadedinde seslice güldü:

- Her şeyin başı niyet. İrade yanışına erişmek için önce niyet gerekir. Niyetle açılan yola girmek hevesle olur. Heves isteğe dönüşür, sonra şiddetlenir şevk adını alır, iradenin tutuşması şevk yalımından belli olur.

Ellerini temizlerken karşılıklı oturacakları bir yer işaret etti:

- Niyet, iradeyi tutuşturacak ilk kıvılcımdır; kalpte belirir. Kalitesi duruluğundadır. Bunun nasıl sağlandığı en azından bana muammadır. Yediğimiz, içtiğimiz, düşündüğümüz, hayal ettiğimiz, genetiğimiz, kaderimiz, görüştüğümüz, sevip nefret ettiğimiz, hâsılı onlarca unsur niyeti etkiler. Sonuçta çıkanın irademizi tutuşturacak bir hevese yol vermesi beklenir.

- Vermezse?

- Vermeyebilir evet. Bu hâsıl olmazsa da niyet, duruluğu nispetinde me’curdur, çünkü niyet neticeden hayırlıdır.

- Verdi diyelim?

- Çırayı gördün değil mi biraz önce? Heves, işte çıtırdayarak yanan o zayıf alevli çıraya benzer. Çıra reçineli ve yağlı olduğundan kolay tutuşur. Nefis de öyledir. Hemen uyum sağlar, çabucak sever, aynı hızla vazgeçer. O bir şeyi sevdi mi yani heveslendi mi arzu edilir ki bu kalıcı hale gelsin ve odunu tutuştursun.

- Yani isteğe dönüşsün?

- Evet, istek hevesten daha kalıcıdır. Ama esas kalıcı olan şevktir. Fakat bunun içimizdeki şaşmaz, yanılmaz pusula ile buluşması gerekir.

- Pusula?

- Vicdan. Bu buluşma gerçekleşirse iradenin yanışı ruha kuvvet verir. Aksi takdirde nefsi palazlandırmaktan öteye geçilmez. O zaman kalıcı olan isteğin adı şevk de olmaz.

Gencin yüzüne merak uyandırmak ister gibi bir an susarak baktı. Başardığını görünce gülümseyerek devam etti:

- Biz ona hırs diyoruz. Hırs içimizi yakar bitirir. Bizimle birlikte. Yeter mi? Yetmez. Her temas ettiğini de yakar hırs.

Genç Burhan’ı dinlerken bir ara sanki Hakîm konuşuyor zannetmişti. Gün sona ererken mutat alışkanlığı ile günlüğünü açtı ve intibalarını yazmaya başladı. Başlığı belliydi: “Hırs mı şevk mi?” Yazdıklarının bittiğini düşündüğü an günlüğü kapattı. Ama aklına “Hakîm olsaydı bugünkü faslı nasıl bağlardı?” diye bir soru düşünce günlüğünü tekrar açtı ve yazmaya başladı:

“İçi kor gibi, yanarak yaşayan insanlar vardır. Bunların nazarı yalım, teması hararet, sözü alevdir. Dokunduklarını kendileri gibi yaparlar. Bu, onlara verilmiş bir hediyedir. Kıvılcım isteyene kıvılcım, hararet isteyene hararet, alev isteyene alev vermekte üstlerine yoktur. Yeter ki doğru zamanda, doğru yerde ve doğru maksatla görülsünler. Ama yanışları ne ve kim içindir, bakın işte burası mühimdir. Niyeti güzel olanın, bu niyetle dışına yönelip, bu niyetle iş yapanın yanışı da güzeldir; o hararet ısıtır. Böylesine muhatap olanın içi ısınır, kalbi hareketlenir ve ruhu ışır. Niyeti kötü olanın, bu niyetle dışına yönelip, bu niyetle iş yapanın yanışı ise kendini bitiren bir yanıştır. Ne ısınır, ne de ısıtır. Böylesine muhatap olanın içini is ve duman kaplar. Yanışı ve yakışı şifa olanların yanında yanışı ve yakışı azap olanların varlığı zıtlar meşheri şu âlemdeki tecellilerden birisidir. Ne mutlu iradesinin yanışını nefsinin değil ruhunun feri yapana…”


Mehmet Lütfi Arslan'ın Yazısı.