Gençler, Kendi Şairleriniz Olsun!
Eski Kültür ve Milli Eğitim Bakanımız, şu anki Eskişehir milletvekilimiz ama bu sıfatlardan daha çok bizler için hoca vasfı daha ağır basan Nabi Avcı Hocamız ile hatıralarını dinlemek üzere bir araya geldik. Molla Kasım’dan Yeryüzü Yayınevi’ne, Cahit Zarifoğlu’dan yatılı okul yıllarına, kalem tutkusundan Beethoven’a konu epeyce dağılmış görünse de biz heybemize yine güzellikler doldurduk.
Hocam biraz kitabın ortasından başlayacağım müsaadenizle, hatıralarınızı ve anılarınızı yazıyor musunuz?
Bu soru bana sorulduğu zaman hep rahmetli Tarık Buğra’yı hatırlarım. Aynı soruyu bir zamanlar ona da sormuşlar. O da “Ben zaten bu konuyla ilgili kitap yazdım.” demiş. Karşısındakiler şaşırıp “Hangi kitap?” demişler. “Benim ‘Düşman Kazanma Sanatı’ diye bir kitabım var ya, ben zaten orada yazdım.” demiş (gülüyor). Anılarını yazmak biraz da düşman kazanma sanatına girer. Ben kendim dışında da pek çok arkadaşıma anılarını yazma konusunda ısrar ediyorum. Çünkü bir defa hatırat okumayı ben de çok severim. Hatırat gençler için önemli, her alanda öne çıkan; sanatkârlar, siyasetçiler, yazarlar, akademisyenler hakkında olabilir. Benim hatıralarımı yazsak iyi olur. Küçük küçük notlarım var. Şu an düzenli bir şey yok. Allah fırsat verirse, zaman olursa, bazı şeyleri hatırlamak için tuttuğum notlar var, onlardan bir kitap yaparız inşallah.
Molla Kasım müstearıyla yazdığınız yazıların toplandığı bir kitap var: Evvel Zaman İçinde. Onun dışında “Kitle Kültürü”, “Enformatik Cehalet” isimli kitaplarınız var. Bunların şu an güncel baskıları yapılmıyor, sahaflarda da neredeyse bulamıyoruz. Yeniden basılacak mı bu kitaplar?
“Enformatik Cehalet” kitabını Ahmet Kot, Timaş Yayınları’nın bir dizisi için hazırlıyor. Şubat 2019’da çıkar diye ümit ediyorum. “Bombacı Parmenides”in yeni baskısı gündemde değil fakat belki o da arkasından gelir. Molla Kasım‘ın tekrar basılacağını zannetmiyorum. Çünkü Molla Kasım o günün aktüelitesiyle iç içe olan bir karakterdi. Bugün o aktüaliteden haberi olmayan okuyucunun onu yeterince irtibat kurarak okuyacağını zannetmiyorum.
Tarihi döneme şahitlik açısından keşke tekrar basılsa, çok güzel olurdu.
Evet haklısınız, kütüphaneler için sınırlı sayıda basılabilir. Molla Kasım’dan bahsetmişken rahmetli Necdet Konak’ı anmak lazım. Bu tipleme aynı zamanda onun çizgileriydi. Bu kitapta gördüğünüz (Molla Kasım kitabını gösteriyor) bütün çizgiler ona ait. Yayınlandığı zaman gazetenin ortasında her zaman olurdu. Bunlar Necdet Konak’ın olağanüstü çizimleridir. Sadece çizim kalitesi olarak da değil. Biz bu Molla Kasım yazılarını eski Zaman Gazetesi’nde yayınlardık. Molla Kasım o gazetede, gazete içi muhalefeti temsil eden bir tip. Bütün işi Nabi Avcı ve gazetenin yöneticileriyle uğraşmaktı (gülüyor).
Yani gazetenin içerisinde gazeteyi eleştiren bir köşe idi öyle mi?
“Böyle gazete mi olur, gazeteyi bana verin nasıl düzeltiyorum bak.” diyen bir tiplemeydi. Molla Kasım yazılarının size ait olduğunu kimse bilmiyormuş. Hatta gazetenin sahipleri bile. Bir tek Fehmi Koru biliyordu benim yazdığımı. Bunun dışında gazetede kimse bilmiyordu. Özgürce yazıyordu Molla Kasım. Şimdi üçüncü tekil gibi bahsedişim boşa değil, gerçekten öyle bir adam varmış gibi. Bu belki şizofrenik bir şey gibi gelebilir ama benim gözümde Molla Kasım ayrı bir kişiydi. Yazarken de, eleştirirken de samimi olarak eleştiren bir şahsiyetti. O şahsın tecessüm etmesinde rahmetli Necdet Konak’ın çok büyük katkısı vardır. Allah rahmet eylesin. Çok genç yaşta kaybettik. O kadar güzel bir işbirliği oluşmuştu ki aramızda, o zamanlar çok fazla telefon, faks imkanı yoktu. Karikatürler gazeteye elden götürülürdü. Molla Kasım bir yazı yazacağı zaman, Necdet Konak’ı arardım. “Molla Kasım önümüzde haftaki yazısında Amerikan Başkanı Regan’a ayar verecek” derdim mesela. Sanki o yazıyı yazmışım ve Necdet okumuş gibi oraya oturan, yakışan bir karikatür gelirdi. O yazılandan, ben çizilenden haberdar değilim ama birbirine çok uyumlu olurdu. O ana fikirle benim yazımı okumuşçasına bir karikatür çizerdi.
Şimdi biraz sizin şahsi hikayenize geçmek isterim, 1953’te Bilecik’te doğdunuz, nasıl bir ev ortamı vardı, çocukluğunuzda ve o evde nasıl çehreler vardı?
Ben 1953’te Bilecik Demirköy’de doğdum. Trenle mutlaka geçmişsinizdir. Eskişehir’e giderken İstanbul-Eskişehir demiryolu üzerinde, Bilecik’i geçtikten sonra Karaköy yazar istasyon adı olarak. Oraya önceden istasyon kurulmuş. Biz aslında Pazaryeri ilçesindeniz. Dedem polis ve orada görevlendirilmiş istasyon polisi olarak. İstasyon ile Pazaryeri arasında 10 km var. Her gün gidip gelmek zor gelmiş ve dedem oraya bir ev yapmış. Sonra oraya pompacılar gelmiş. Eskiden buharlı lokomotiflere su veren pompalar vardı. Onu işleten amcalar ev yapıyor, böylece küçük bir yerleşim birimi oluşmuş orada. Sonra da oraya demiryolundan mülhem Demirköy adı verilmiş. Bizim köyümüz orası. Benim babam Devlet Demiryolları’ndan ayrılıp bir bakkal dükkanı açmış ben doğmadan. Bakkal dükkanını işletirdi babam.
Size bırakır mıydı bakkal dükkanını?
Evet bırakırdı. Ben de idare ederdim. Veresiye defterleri vardı. O zamanlar tek defter olmazdı. Bakkal defteri diye müşterilerin elinde de ayrıca küçük defterler olurdu. Veresiye çalışılırdı tabii çoğunlukla. Müşteri alışveriş yapınca önce bakkalın büyük defterine, sonra müşterinin küçük el defterine yazılırdı ki akşam babaları çocukların ne aldığını görsün diye. 2 kilo şeker 3 kilo peynir mesela... Yok yahu nerede 3 kilo peynir? Bir kilo şeker, bir kilo peynir falan yazılırdı. Babalar akşam gelince hem ne alındığını hem de bakkala kaç para borçlanıldığını görürdü. Silgili kalem kullanılırdı babam.
Kalem merakınız oradan mı geliyor?
Tabii, taşıdığı dolma kalem vardı. Defterin sayfalarını kolay çevirsin diye silgili kalem vardı. Bana da güzel bir dolma kalem hediye etmişti, bende de öyle bir merak başladı.
Sizin kalem koleksiyonunuz var mı?
Koleksiyoner değilim. Koleksiyonerler her cins kalemi toplarlar, kimseyle de paylaşmazlar. Hatta kendileri de kullanmazlar. Öyle koleksiyonerler de duyuyorum. Çok pahalı kalemler alıp kullanmıyorlar. Her aldığım kalemi kullanırım ben. Hediye kalem almayı severim. Hediye kalem vermeyi de severim. Koleksiyonerler almayı severler de vermeyi pek sevmezler (gülüyor). Başkalarında olanı kıskanırlar, ben kıskanmam. Bu büyük tehlikedir, gözünüz dışarıdaysa eğer.
Yani kalem hediye edebiliyorsunuz?
Elbette veririm, her kalemi de hediye etmem ama.
Küçük Prens’te şu manada bir ifade hatırlıyorum: “Küçükler bir şeyleri merak ederler ve büyükler, eğitimciler gelip o merakı öldürürler.” Sizler de küçükken çok meraklı biri miydiniz?
Küçükler hakikaten de öyledir. Büyüklerin aklına gelmeyen, gelse de çok çabuk unutulan pek çok şeyi merak ederler. Eğitim dediğimiz şey bunların biraz törpülenme sürecidir.
Bunu eski bir Milli Eğitim Bakanı olarak mı söylüyorsunuz?
Evet, hatta milli eğitim bunu sistematik olarak törpüler. Hangi soruların makul ve meşru olduğunu, dolayısıyla hangi cevapların makul ve meşru olduğunu çocuklara öğretmek için eğitim sistemleri vardır. Dünyanın her yerinde öyledir.
Peki, sizin bir de yatılı okul tecrübeniz var Nabi Hocam. Oradan biraz bahsedelim mi?
Yatılı okul herkes için önemli bir tecrübedir. İyi bir yatılı okul aynı zamanda iyi bir eğitim kurumudur. Çünkü biz eğitimde aldığımız çoğu şeyi zannedildiği gibi formel derslerde, sınıflarda değil koridorlarda ve bahçelerde, etüt salonlarında öğrendik. İnsan hocalardan öğrendiği kadarını hatta belki daha fazlasını arkadaşlarından, akranlarından öğreniyor. Yatılı okul öğrenciliği bereketlidir. Çok şükür iyi bir okulda iyi öğretmenlerle okudum. Sadece ilerleyen süreçte değil ilkokul, ortaokul ve lisede de iyi öğretmenlere denk gelmek kısmet oldu. Her okulda mutlaka iyi hocalardan birkaç tane vardır.
Hatırladığınız kadarıyla kimdir o iyi hocalar? Hangi vasıfları ile sizin için anlamlıydı?
Benim üzerimde çok büyük emeği, hakkı olan rahmetli hocamız Cevat Ülger idi. Resim öğretmenimizdi ama aslında çok daha fazlasıydı, aynı zamanda mimardı. Fakülteyi bitirmediği için çizdiği camii projelerini başka mimarlar imzalıyordu. Eskişehir’e gelenler bilir, merkezde büyük bir Reşadiye Camii vardır. Caminin mimarı rahmetli Cevat Hoca’dır. Küçüksu’da bir camisi vardır yaptığı, Kayseri’de ve Eskişehir’de camileri vardır. Camilerin yapım aşamasında ben de fotoğraf makinesi taşıyarak yardımcı olmuştum. Ufak da olsa katkım olmuştur yani o camilerin yapımına.
Cevat Hoca öğretmen lafını da pek sevmezdi. Daha sonra benim Milli Eğitim Bakanı olduğum dönemde, özellikle müzik ve resim öğretmenlerine ondan gördüklerimden mülhem bir şeyi anlatmaya çalıştım. Diyelim ki dersimiz müzik veya resim. Hepimiz resim ya da müzik konusunda yetenekli olmayabiliriz. Resim yapma yahut müzik aleti çalma konusunda her birimiz yetenekli olmayabiliriz ama her birimiz onu dinlemeyi öğrenebiliriz. Herkes müzik icra edemeyebilir. Buna mecbur bırakamayız çocukları ama müzikten tat almayı, dinlemeyi öğretebiliriz. Resimde de her birimiz ressam olamayız ama tat almayı, resme bakmayı, güzel resmi görmeyi öğrenebiliriz, bunu öğretebiliriz.
Ben iki alanda da bu işin mukayesesini yapacak hocaların eline düştüm. Cevat Hoca bize resme bakmayı öğretti. O kadar güzel öğretmiş ki ben 1980’lerde, rahmetli Hasan Celal Güzel Milli Eğitim Bakanı iken onun danışmanıydım. Zaman zaman Paris’e UNESCO toplantılarına gönderiyordu rahmetli beni. İki üç günlük bir seyahatti. Paris’teki Modern Sanatlar Müzesi devasa bir müzedir. Haftalarca gezilebilecek büyüklüktedir. Zaman kısıtlı olduğu için koşar adım gezdiğim bir müze. Bir gün yine koşar adım galerinin önüne uzaktan bakarak geziyordum. Bir resim gördüm, adeta “Gel bana bak” dedi. Galeriye girdim. Resim Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun “Moda’dan Bakış” tablosu. Müze yetkililerine “Burada herhangi bir Bedri Rahmi tablosu yahut herhangi bir Türk ressamın resmi var mı?” diye sordum. “Hayır koleksiyonumuzda tek Türk ressam ve tek Türk resmi bu” dediler. Binlerce resim arasından o resmi görme terbiyesini bize kazandıran rahmetli Cevat Hoca idi. Başka örneklerini de yaşadım.
Müzikte aynı şansım olmadı ne yazık ki, o derste yazılı olmazdı ama bizi yazılı yapardı hocamız. Yazılıda İstiklal Marşı’nın notalarını ezbere portreye işletirdi. Bir de mandolin çaldırırdı ben beceremezdim. Milli Eğitim Bakanı olunca anladım neden çalamadığımı çünkü ben solağım. Mandolin sağ elini kullananlara göre yapılmış. Müzik öğretmenim telleri şöyle değiştirelim deseydi belki de mandolin de çalardım.
Cevat Hoca tabii çok yönlüydü. Harmandalı zeybeğini, pamukçuköy zeybeğini oynamayı da o öğretti. Tuvalete girerken paçalarımızı sıvamamız gerektiğini de o öğretti. Öyle bir hocaydı kendisi. Allah rahmet eylesin. Yeteneğe dayalı derslerin hocası, çocuklara o alanın üreticisi değil tüketicisi olmayı öğretmesi gerekir.
Sizin Cahit Zarifoğlu ile aynı evde kaldığınız bir dönem var. Onu tanıyanlar “artist” bir tarafı olduğunu söylüyorlar, siz nasıl görüyordunuz? Nasıl bir ev arkadaşıydı Cahit Bey, sizinle ilişkisi ve sizin şiirle ilişkiniz nasıldı o dönem?
Cahit Abi’yi önce şiirleriyle tanıdık biz. Allah gani gani rahmet eylesin. Edebiyat Dergisi’ni Nuri Pakdil ve arkadaşlarıyla çıkarıyordu. Benim Cahit Abi’yle birebir görüşmem Sarıkamış’ta askerliğini yaparken izne geldiğinde oldu. Daha sonra terhis olduğunda gördüm Ankara’da. Ben ODTÜ’de okuyordum o zamanlar. Cahit Abi’yi asker dönüşünde gördüğüm günü unutmuyorum. Sevgili adaşı Cahit Koytak da onu bir şiirinde çok güzel resmetti. “Boynunda güvez rengi bir fular“ imgesi o günkü Cahit Zarifoğlu idi. Bizim güvez dediğimiz bir renk fuları. Müthiş güzel bir abiydi.
Artistti, Mustafa Seçkin abimizin deyişiyle şair-i maderzat yani anadan doğma şairdi. Jestlerin şairi değildi, kendiliğinden şairdi. O zamanlar Ankara Bahçelievler’de bir öğrenci evinde kalıyorduk. Cahit Abi evlenmeden bir süre evvel Makine Kimya Endüstrisi Kurumu’nda vazifesine başladı. Ama ne memurdu! Sabah erkenden kalkar, sabah namazından sonra tıraşını olur, giyinir kuşanırdı. Vazifesini hiç aksatmaz, yürüyerek gider, mesai saati bitene kadar orada kalır... Aynı düzeni daha sonra TRT’de de sürdürdüğünü biliyorum. Titiz bir memuriyet disiplini vardı. Bizden yaşça büyüktü. Kalabalık bir öğrenci eviydi. Nüfusumuz beşten aşağı düşmezdi. Cahit Abi’nin odası ayrıydı. Biz onu rahatsız etmemek için programına uyardık. Mutfakta tartışır, satranç oynardık. O en dipteki odadaydı, mümkün olduğunca rahatsızlık vermemeye çalışırdık. Çok seyrek olsa da bizimle çay içmeye mutfağı teşrif ederdi.
Rahmetli Fethi Gemuhluoğlu Ankara’yı teşrif ettiği zaman biz onu Hacı Bayram’da bulurduk. Kaldığı Zümrüt Otel’in lobisinde. Bir de kahvehane vardı. Türk Hava Yolları Terminali’nden uğurlardık, o zaman da beraber olurduk. Bütün bu uğurlama, karşılama törenlerinde bulunurken Fethi Abi usulünce elini sadece Cahit Abi’ye öptürürdü. O imtiyazlıydı. Biz de kıskanırdık.
1979’da İsmet Özel’le beraber bir yayınevi kuruyorsunuz. Yeryüzü Yayınevi. Ve siz o dönemde 26 yaşınızdasınız. Rene Guenon, Seyyid Hüseyin Nasr gibi gelenekselci ekolden isimlerden kitaplar tercüme ediyorsunuz.
Yeryüzü Yayınları’nı 4 kişi kurduk. Paralı ortaklık değil ama. Sermayeyi koyan Bekir Şahin’di. Bekir Bey bizim ortaokulda, lisede iken tanıştığımız, Eskişehir’de beraber dergi çıkarttığımız çocukluk arkadaşımızdı. Aramızda bir tek onun parası vardı. Biz de telif ve çevirilerimizle işin içindeydik. İsmet Özel, Ahmet Kot vardı. Benim mütercimi olduğum Rene Guenon’un “Modern Dünyanın Bunalımı” eseri ikinci yayınladığımız eserdir. Daha sonra “Doğu ve Batı” (Fahrettin Aslan), “Antik İnançlar Modern Hurafeler”i çevirdik. Seyyid Hüseyin Nasr’dan “İnsan ve Tabiat”, ayrıca bir tiyatro oyununu da çevirdik. Bu tarzda eserler yayınlandı. Gelenekselci ekolü önemsedik ve Türkiye’deki okurlarla buluşturmayı misyon edindik o dönem.
Dönüp dönüp tekraren okuduğunuz eserler var mı?
Belli bir yaşa geldiğinizde eski okuduğunuz kitapları tekrar okuma isteği sizde uyanıyor. Tür olarak değişebilir bunlar. Alakasız kitapları bile okumak isteyebilirsiniz. Her yaşın okuması farklı oluyor. Abdülhak Şinasi Hisar gençken size bir şey söylemiyor, olgun bir yaşa geldiğiniz zaman size daha çok şey söylüyor. O kitabı yazdığı yaşla sizin okuduğunuz yaş üst üste geldiğinde daha başka bir şey ortaya çıkıyor. Şiir konusunda insanın yaşa ve çağa göre duyarlılığı genişliyor. Şiirde de tercihler ve okumalarınız değişiyor. Yalnız her yaşın şairi Cahit Koytak’tır onu söyleyeyim.
Milli Eğitim ve ayrıca Kültür Bakanlığı yaptınız, hâlen milletvekilisiniz, mecliste çeşitli görevleriniz oldu. Unesco’da, TÜBİTAK’da, TRT’de çeşitli görevleriniz oldu. Üniversite’de hocalık yaptınız yıllarca, bütün bunların yanında Kanal 7’nin, Yeni Şafak’ın kuruluşunda, eski Zaman ve Yeni Devir gazetelerinde vazifeleriniz oldu. Biz size baktığımızda dolu dolu geçmiş bir ömür görüyoruz. Bu anlamda bizlere kendimizi beslememiz ve nitelikli bir hayatı yaşamamız için neler tavsiye edersiniz?
Estağfirullah, öyle bir tavsiyede bulunma mevkiinde değilim. Bir film sahnesi vardı, çok tehlikeli bir görev için adam aranırken gönüllüler bir adım öne çıksın diyorlar. Bizim adamımız uyukladığı için herkes bir adam geri çıkınca o öne çıkmış gibi oluyor. Bizimki böyle bir hikaye. Baktık ki arkadaşlar geriye çekilmişler, biz kaldık önde. Birçoğu öyle oldu. Kader diye bir şey de var tabii.
Gençler arasında zaman zaman duyuyoruz kariyer planlaması diye bir laf var. Ben şu olacağım falan diyorlar. Böyle bir şey olmaz. Çinlilerin bir atasözünde “Eğer Tanrıyı gülümsetmek istiyorsanız ona yarınki planlarınızdan bahsedin” denir. Kader sizi bazen orada bazen burada dener. Bizi de birçok yerde denedi.
Bu soruyla alakalı değil ama hatırıma geldi paylaşmak isterim: Beethoven son eserlerini kulakları tamamen sağırlaştıktan sonra yazmış. Dokuzuncu senfoni de öyle. Öyle dokunaklı bir şey söylemiş ki: “Tanrı herkesin kulağına bir şeyler fısıldar ama benim kulağıma bağırdı. Benim kulak zarımı patlatacak kadar kulağıma bağırdı” diyor Beethoven.
Genç arkadaşlarıma özellikle her birimizin şairleri, romancıları olması gerektiğini hatırlatmak isterim. Döne döne okuduğumuz kitaplar olmalı. Karşımıza çıkan her şeyi kendimizi besleyecek, ilham verecek bir şey olarak görmeli, böyle bakmalıyız. O zaman daha başka görürüz.
Yusuf Temizcan'ın Yazısı.