Sedat Anar 8 albümü olan özel bir sanatçı. Özel olması hem çok güzel bestelerinden hem de Türkiye’de pek yaygın olmayan santur isimli müzik aletini çalmasından kaynaklanıyor. Sokak sanatçılığından konserlere, Halfeti’den Ankara ve İran’a uzanan ilginç bir hikayesi de var. Dost meclislerinde kâh hüzünle, kâh kahkahalarla anlattığı o anıları şimdi “Sokaknâme”de topladı. Henüz iki hafta geçmeden kitap 2. baskısını gördü. Biz de fırsattan istifade kendisi ile konuştuk.

Sizi daha çok santur sanatçılığınız ile tanıyoruz. Şimdi bir anı kitabıyla karşımızdasınız. “Sokaknâme”ye baht açıklığı dileriz. Kitabın hikayesi ile başlayalım dilerseniz?

Kitap, 10 yılı aşkın bir süredir, yani 2007 yılından bu yana tuttuğum günlük ve notlardan oluşuyor. Geçtiğimiz Ramazan ayında dostlarım Ercan Yılmaz ve Şeyma Nur Acıgöz ile muhabbet ederken “Artık bu güzel muhabbetlerini bir kitapta toplama vakti geldi” dediler. Ben de kronolojik bir sırayla Halfeti’den başlayıp, Ankara’ya, oradan da İran’a uzanan müzik serüvenimi anlattım.

Bu arada yıllardır kendimce öyküler ve şiirler de yazdım ama bunu sadece kendim için yazdım. Herhangi bir dergide ya da yayınevinde yayınlamayı tercih etmedim. Kitabın çıkması dinleyicilerim, ailem ve dostlarım için büyük bir sürpriz oldu.

Evet, hepimiz için güzel bir sürpriz oldu açıkçası. Peki neden sokağı vurgulamak istediniz? Sokağın sizi beslediğini, zenginleştirdiğini mi düşünüyorsunuz?

Kitabın giriş kısmına İlhan Berk’in sokak şiirlerini yazdım. İlhan Berk: “Sokakların da ruhu vardır ve belki küçük bir sokak senin de arkadaşın olur bir gün” diyor. Gerçekten sokak benim arkadaşım oldu. Yedi yılı aşkın bir süre yaz kış demeden sokakta müzik yaptım. Zaman hızla geçtikçe müziğimi, insan ilişkilerimi, dostluk kurmayı, sosyalleşmeyi, kısacası hayatı sokakta öğrendim. Sokak beni besledi ama ben de sokağa müziğim ile küçük de olsa bir renk getirdiğimi düşünüyorum. Tabii bunu çok zor şartlarda yaptım. Zabıtasından, haraç isteyenine kadar çoğu insandan da dayak yedim. Ee her şeyin bir bedeli var. Sokakta müzik yapmanın bedeli de bazen dayak yemektir.

Sizinki Halfeti’den başlayıp Ankara sokaklarına, oradan Yunanistan ve İran’a uzanan, en son İstanbul’da devam eden bir hikâye. Bir tarafıyla dediğiniz gibi çok zorluklar çekilmiş ama diğer tarafıyla hiç vazgeçilmemiş, hep mücadele edilmiş bir hikâye. Benim kitabı okurken en çok dikkatimi çeken bu oldu aslında. Siz geriye dönüp baktığınızda kendi serüveninizi hangi cümlelerle tanımlarsınız?

Çocukluğumdan müziğe aşk ile bağlıydım. Ama tarihçi olmayı hayal ettim. Ailem Halfeti’de hayvancılıkla ve tarımla uğraşıyordu. Ben de haliyle üniversiteyi kazanana kadar çobanlık yaptım. Küçük bir curam vardı. Hayvanları otlatmaya gittiğimde çalıyordum. Üniversiteyi kazanınca santurla tanıştım. Tarihçi değil de müzisyen olmaya karar verdim. Müzik için yaptığım ilk fedakarlık okulu bırakmak oldu. Ailemin maddi durumu iyi olmadığı için Ankara’da birçok işte çalıştım. Ümidimi asla yitirmedim. Pes etmedim. Kiramı ödemeyip ev sahibim tarafından evden kovulurken bile oturup sazımı çaldım. Müzik her şeyimdi. Dostumdu ve dermanımdı. Sonra santur öğrenmek için İran yollarına düştüm. Geriye dönüp baktığımda “İyi ki bunu yapmışım” dedim. Gene dünyaya gelsem, gene aynısını yaparım. İnanın bir süre sonra insanın yaşadığı ve çektiği sıkıntılar bile insana tatlı gelmeye başlıyor. Mızraplarımla santurun tellerine vurduğumda aldığım keyif bu yolda çektiğim sıkıntıların hepsini unutturuyor. Ez cümle “Yaşamadığımız hayatın sanatı olmaz.”

Türkiye’deki kültür sanat hayatına, daha doğrusu referanssız iş yapılamayan kültür sanat meselesine dair önemli eleştiriler var kitapta. Bu konuyu biraz açabiliriz dilerseniz? Nedir kültür sanat yetkilileriyle alıp veremediğiniz?

Tabii ki bir alıp veremediğim yok. Sadece yaşadıklarım üzerinden anlatmaya çalıştım. Albümler yapmaya başlayınca Türkiye’nin birçok şehrinde konser yapmamı isteyen dinleyicilerimin ısrarıyla ben de bazı kurumların kapılarını çaldım. Trajikomik olaylar yaşadım. Daha doğrusu üzücü olaylar. Mesela bir defasında yetkili birine, konser yapmak istediğimi, Niyazi-i Mısri şiirlerini bestelediğimi ifade ettiğim. Önündeki ekrandan Youtube’a girip bestemi dinleyerek Niyazi-i Mısri’nin meşhur “Ey garip bülbül diyarın kandedir” şiirine “Bu şiir Arapça galiba” dedi. Gülsek mi, ağlasak mı?

Bazen “Niyazi-i Mısri iyi şairmiş ona imza günü yapalım” diyen oldu. “Santur çalıyorum” dediğimde bana “Turizm şirketi ile ilgilenmiyoruz” diyen oldu. Amak-ı Hayal albümüme “Ahmak-ı Hayal güzel isim” diyen oldu. “Twitter’da kaç takipçin var? Konser yaparsak bizim reklamımız da olsun” diyen oldu. Örnekler o kadar çok ki... Yani ben dünyanın en iyi müziğini yapan olarak da gitsem bana konser yapmam için karar ve salon verecek insanların kültürle, sanatla ve müzikle uzaktan yakından ilgileri yoktu maalesef. Halen de böyle bir durum var.

Partilerle ve kurumlarla ilgili bir sınıflandırma yapmak istemiyorum. Kimse kendini kandırmasın ama şu an Türkiye’nin her yerinde konser yapabilmek için bir referansınızın olması şart. Tabii istisnalar var. Ama ben pes etmedim, küçücük kafelerde tıklım tıkış yarısı ayakta kalmak zorunda olan dinleyicilerime konserler yaptım. Kiramı ödemek için; hayatta yapmayacağım dediğim şeyi, santur ile düğünde bile çaldım. Diğer yandan da referans iş ile konser yapanları da gördük. Sahnedeki icracı sayısının dinleyicilerden iki kat fazla olduğu programlar. Bu hatayı eleştirdim. Artık zarfla değil mazrufla ilgilenilmeli diyorum.

Hazır söz santura gelmişken, santur hakkında önemli bilgiler sunan bir bölüm var kitabın sonunda. Bunu geliştirerek ayrı bir kitap yapmayı düşünüyor musunuz? Bunu şunun için soruyorum, Türkiye’de santur hakkında ciddi eserler ne yazık ki neredeyse hiç yok. Bu literatüre de önemli bir katkı sunacaktır.

Böyle bir çalışmam var. Türkçe ve Osmanlıca kaynaklarını uzun süre araştırdım. Santur hakkında çok güzel bilgiler edindim. Bu kısmı kendim hallettim ama santur hakkında yazılmış Farsça, İspanyolca ve İngilizce kaynakları da okuyabilmem için çeviriler şart oldu. Bunları da etrafımdaki dostlarımın yardımıyla uzun bir zamana yayarak çözmeye çalışıyorum parça parça. Keşke bir sponsor çıksa da bu kaynakları bana Türkçeye çevirmem için maddi destek sağlasa o zaman santur hakkında çok güzel bir kitap ortaya çıkmış olur. :) Buradan duyuralım sesimizi.

Kitapta genel anlamda hüzün ağır basıyor. Fakat sizi yakından tanıyanlar çoğunlukla neşeli tarafınızla sizi hatırlar. Bunu özellikle mi tercih ettiniz yoksa kendi hikayenizi doğal olarak hüzünlü mü görüyorsunuz?

Aslında tam tersini de söyleyen oldu. İnanılmaz bir mizah olduğunu ve bazı yerlerde kahkaha attıklarını söyleyenler de oldu. Muhabbetim ile etrafımı güldüren bir adam olduğumu biliyorum. Kitabın ortaya çıkış hikayesi de dost meclislerinde sokakta yaşadığım komik olayların anlatımı üzerine oldu. Hüznün olmasının nedenini hem yaşadıklarımdan hem de santurun kendisinin hüzünlü bir çalgı olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Bence kitap gâhi gam, gâhi meserret ile dolu bir müzik tutkununun serüvenini anlatıyor.

Kitap boyunca şu mesajı vermek istedim diyebileceğiniz bir şey var mı? Ya da okuyucu şöyle bir hisle son sayfaya gelirse mutlu olurum diyebileceğiniz?

Okuyucuların sokak müzisyenliğinin çaresizlik olmadığını aksine bir duruş olduğunu görmelerini, sokak müzisyenlerinin de bir hikâyelerinin olduğunu, hayal ettiklerini sadece bir hayal olarak kalmasını beklemeyip onu gerçeğe dönüştürmek için sonuna kadar gitmelerini ve her şeyden daha önemlisi bir sokak müzisyeni gördüklerinde ellerinden geldiklerince bir bozukluk atmalarını istiyorum.


Yusuf Temizcan'ın Yazısı.