Okumanın Son Noktası Ümmîliktir
Okumanın son noktası, O`nun yazdığını okuyabilmektir. O`nun yazdığını okuyanların ne sözleri, ne yazıları, ne de tasavvurları kalır. Söyleyen de yazan da, gören de, görülen de O`dur; okuyan ve yazan bunu bilir, bunu söyler. Yazacak olan varsa bunu yazsın…
özleri gök kadar derin Genç, o gün Hakîm`e giderken yazmak konusunda bir şeyler sorabileceğini düşünüyordu. İyi okuduğunu düşünüyor ama bir türlü yazma dünyasına giremiyordu. Okudukça dolacağına, taşmak üzere olduğunda ise yazabileceğine dair bir kabulü vardı. Okumak dolmak, yazmak ise paylaşmaktı.
Dolmadan paylaşılamazdı elbette ama dolduktan sonra paylaşılamıyorsa okumak bizi nereye götürecekti?
Sorusu ile beraber içeri girdiğinde Hakîm`i kütüphanesinin önünde buldu. Selamlaştılar, ama bu kadar…
Hakîm ayakta kitap müzakeresine devam etti. Bakışlarından Genç de aynı şeyi yapmak zorunda olduğunu hissetti. Bundan hoşnutsuz olduğu söylenemezdi ama. Gözüne ilk çarpan raftaki kitapları incelemeye başladı. Birazdan o da Hakîm gibi kitaplara daldı gitti.
Bir kütüphaneyi incelemek, kitap isimlerini okumak, dizilişlerinden kütüphane sahibinin dünyasına ait izlenimler elde etmek, bazen çekip bir kitabı muhtevasına göz atmak hayattaki en büyük zevklerinden birisiydi. Kütüphane ile insanın kişiliği arasında ilginç irtibatlar olduğunu düşünürdü. Mesela düzenli kütüphanelerden hiç hoşlanmazdı. Kütüphane dediğin biraz karışık olmalıydı. Sürekli didiklenmeli; altı üstüne getirilmeliydi. Yaşamalıydı yani; şöyle kıpır kıpır, kendine ait bir gündemle hayatı yansıtmalıydı. Canlı bir kütüphane, hiç değilse kitapları sürekli nazar alan bir kütüphaneydi ona göre. Bu yüzden de göz önünde olmalı, evin en merkezi yerinde konuşlanmalıydı. Kitap merkezli bir hayat bundan başkasına imkân vermezdi ki zaten! Ama gel gör ki kütüphanelere bırakın merkezi yer vermeyi, bir sığıntı muamelesini bile çok gören evlerle dolmuştu ortalık. Bu evlerin sahipleri evlerinin en merkezi yerlerine kütüphane değil TV ya da Home Studio koyuyorlardı artık. Çünkü bu insanlar zamanlarının çoğunu okuyarak, dinleyerek ya da konuşarak değil, izleyerek geçiren insanlardı. Hayatını sadece izleyerek geçirenlerin başkalarının hayatlarına bir iz düşürmelerinin imkânı yoktu. Genç, tam da bu yüzden kitaplıkların evleri terk etmeye başlaması ile insan kalitemizin düşmesi arasında ciddi bir ilişki olduğunu düşünürdü. Okumayan, kitaba hayatında yer vermeyen, kitaplığı olmayan evlerden çıkan insanlar, sıradan, bayağı, sığ ve dertsiz olmaya mahkûmdular; başka ne olacaklardı ki?
- Ne okuyorsun bu aralar?
Hakîm gözlüklerinin üstünden gülümseyerek bakıyordu. Bir an okuduğu son kitabın ismini söyleyip söylememekte tereddüt etti. Ama buraya kafasında bir soru ile gelmişti:
- Yazmak üzerine bir şeyler okuyorum, bir şeyler yazabilir miyim diye?
- Yazmak istiyorsun demek?
Onay anlamında gülümseyerek baktı. Hakîm gülümsemiyordu ama. Genç, başını çeviren Hakîm`in bir an elinde tuttuğu kitaba geri döndüğünü düşündü ama aniden gelen soru ile irkildi:
- Niye yazmak istiyorsun?
Bu soruya hazırlıklı gelmişti. Yazmak, ona göre taşıp dolmanın tabiî bir sonucuydu. Bir iddia sahibi olmak demekti. İddia ise, okuduklarının yetmediğini anlamakla ortaya çıkardı. Okudukça söylenmeyeni fark ederdik. Sonra niye söylenmediğini sormaya başlar, sordukça da kendimize göre cevaplar üretirdik. Bu da yazmayı getirirdi. Dolayısıyla yazmak sorgulayarak okumanın vardığı olağan bir sonuçtu. Bunları dilinin döndüğü kadar anlattı durdu. Hakîm`in soran gözlerle dinleyişi cesaretini artırdı, konuştukça konuştu, ama bir müddet sonra tükendi, söyleyecek söz bulamadı. “Artık sıra sende” dercesine Hakîm`e baktı ama nafile. Hakîm susuyor, dahası soran gözlerle bakmaya devam ediyordu.
O öyle bakarken Genç, söylediklerinin aslında çok da tutarlı olmayabileceğini düşünmeye başlamıştı. Birazdan söylediklerinin aksini kabul edebilecek bir duruma bile geldiğini fark etti. Aksi ne söylense kabul edebilecek bir halde hissetti kendini. Hâlbuki ne kadar da iddialıydı! Niye böyle bir boşalmışlık ve umursamazlık hali içinde olduğuna bir anlam veremedi. Bugüne kadar dolup taştığı neyin nesiydi o halde? Söylediklerinin ağzından çıkıp gitmesi, iddiasının da bitmesi anlamına mı geliyordu? Söylenmediğinde bilinci, zihni ve gönlü meşgul edip başkasına yer bırakmayan ve fakat söylendiğinde yitip giden bu sözler ya da iddia neyin nesiydi? Sonraları, Hakîm`in aslında bu sözlerin ne tür sözler olduğunu baştan kestirip ona göre davrandığını geç anladığını itiraf edecekti. Hakîm böyle durumlarda sözünü hiç kesmeden dinliyor, aslında konuşup boşalmasını bekliyordu. Günlüğüne buna dair şu notu düştü: “Bizi esir alan ve fakat sarf edildiğinde kendisine dair iddiadan hiçbir iz bırakmayan sözlerin neremizden kopup geldiğini öğrendiğimiz gün tutsaklığımızın nereden kaynaklandığını da öğrenebileceğimizi umabiliriz.”
- Yazmak bir sonuç değil, bir vazifedir. Ama herkes için değil… Bunu yapıp yapamayacağını anlamak istiyorsan, ayrıca konuşalım. Ama okumakla senin kurduğun tarzda bir ilişkin olmamalı. Okumak, bu dünyaya geliş maksadımızdır. Dolayısıyla herkesin yapması gereken bir vazifedir. Okumaktan yazmaya varılmaz. Okumanın amacı bu değildir.
- Nedir peki amacı?
- Okumanın amacı ümmîliğe kavuşmaktır.
- Ümmîliğe kavuşmak mı?
Genç şaşkın şaşkın bakarken Hakîm kütüphanesinden koltuğuna doğru geçti. Elindeki kitabı yanındaki sehpaya koydu, oturuşunu düzeltirken, bir taraftan da Genç`e eli ile oturması için işaret etti.
Genç, Hakîm`in ne cevap vereceğini bekleyemeyecek kadar şaşırmıştı:
- Ümmîlik, yani okur yazar olmamak… Bu nasıl bir amaç olabilir ki? Bu mudur yani okumanın amacı? Bundan okumaya ihtiyacı olmamak anlamını mı çıkarmalıyım? Hani kitaplarını suya atan hakikat taliplisinin yaptığı gibi…
Hakîm gözleri yerde, herhangi bir renk vermeden dinliyordu. Sırasını bekliyor gibi bir hali vardı. Genç susunca bir müddet daha konuşmadı. Kıvamı bulmak, hazmedilecek zamana ermek için mi bilinmezdi, ama sabırla bekliyordu. Genç sonradan, bu tür bekleyişler sonrası söylenenlerin formaliteden öteye gitmediğini düşündüğünü söyleyecekti. Susarken ne oluyorsa oluyor, halledilecek olan o sükut anında hallediliyordu. Sözler bu süreçte doğuyor, sonrasında sadece adrese teslim edilmesi kalıyordu. Hakîm de şimdi bunu yapıyordu işte:
- Hepimiz bir tasavvur ve algı dünyasında yaşarız. Gördüklerimiz, yaşadıklarımız, maruz kaldıklarımız, hatta imtihanlarımız bile bu tasavvur dünyamıza göre şekillenir. Okumak bu tasavvur dünyasını kemale erdirmek demektir. Okudukça algılarımız, bakışımız, dünyayı değerlendiriş kıstaslarımız değişir. Zenginleşir, yeni idraklere açılır, farklı algılara sahip oluruz. Bunun sonu nereye varır dersin peki?
Genç, merakla bakıyordu. Hakîm`in de amacı buydu zaten:
- Son nokta, tasavvuru sıfırlamak, tüm algıları terk etmek, her türlü bilgi ve zandan sıyrılmaktır. Okumanın kemali, her şeyi O`nun bildiği gibi bilmeye ve O`nun gördüğü gibi görmeye liyakat kazanmaktır. Senin hakikatin, benim hakikatim ya da filancanınki değil, O`nun hakikati kalacak sadece.
Genç, başını sallarken elini kaldırdı ve ta gözlerinin içine baktı. Bakmadı aslında ta derunundan Genç`in derununa aktı:
- Başka hakikat yok zaten…
- Başka hakikat yok…
- Başka hakikat yok…
Genç ayrılırken, Hakîm muzip bir tebessümle bundan sonra ne yazmayı planladığını sordu. Mahcup bir şekilde, o konu üzerinde yeniden düşüneceğini söyleyip çarçabuk ayrıldı oradan. O gün günlüğüne şunları yazdı:
“Okumanın son noktası, O`nun yazdığını okuyabilmektir. O`nun yazdığını okuyanların ne sözleri, ne yazıları, ne de tasavvurları kalır. Söyleyen de yazan da, gören de, görülen de O`dur; okuyan ve yazan bunu bilir, bunu söyler. Yazacak olan varsa bunu yazsın…”
Son cümleyi yazarken tükendiğini hissetti sanki:
“Yazacak mecali kalan varsa bunu yazsın…”
Mehmet Lütfi Arslan'ın Yazısı.