Hava kararmadan bölgeden ayrılmamız lazımdı. Buralarda akşamları yol çok güvenli değildi. Vedalaşıp köyden ayrıldık. Artık ateşim yükselmeye başlamış, vücudum halsizleşmişti. Şehre ulaşıp kaldığımız misafirhaneye vardığımızda titriyordum.

Ayakkabılarımı çıkartıp tozlu koltuğa iyice yerleştim. Uyumuşum. Bir buçuk saat yol gitmiş olmalıyız, uyandığımda bir otelin bahçesindeydik.

26 Ekim Cuma. Cuma günü sabahın ilk ışıklarında ulaştık Afganistan’a. İki yıl önce aynı yere tekrar geldiğimden havalimanında nelerle karşılaşacağımı biliyordum. Tüm bölgeyi gözetleyen zeplin hala gökyüzünde asılı duruyordu.

Bizi karşılayan arkadaşlarla birlikte iki taksiye binip Mezar’ı Şerif havalimanından merkeze uğramadan direk Semengan’a doğru yola çıktık. Bindiğimiz taksi çok eskiydi. Hız göstergesi çalışmıyordu. Üstelik direksiyonu da yamuktu. Düz gidebilmek için yarım tur sola döndürmek gerektiğinden şoför direksiyonu garip bir şekilde tutmak zorundaydı. Biraz yolu seyrettim ama göz kapaklarımın kapanmasına engel olamıyordum. Ayakkabılarımı çıkartıp tozlu koltuğa iyice yerleştim. Uyumuşum. Bir buçuk saat yol gitmiş olmalıyız, uyandığımda Semengan’da bir otelin bahçesindeydik.

Anladığım kadarıyla bizden başka müşterisi olmayan bu otelin odaları gençler tarafından bekar evi gibi kullanılıyordu. Otel demeye bin şahit. Adı Kasrı Sultan olsa da yerdeki halılar toz ve kir içindeydi. Kötü şartlarda konaklamaya o kadar alışmışım ki, şaşırmadım.

Birkaç saat uyuyup kahvaltı yaptıktan sonra Semengan Valisi ile görüşmeye gittik. Özbek vali samimi, babacan ve iyi kalpli bir adamdı. Uzun uzun muhabbet ettik. Vali Türkiye’nin varlığını İslam dünyasının ayakta kalabilmesi için zaruret görüyor, bunun için darbe teşebbüsünde çok dua ettiklerini anlatıyordu. Senede bir defa Türkiye’ye geldiğini ve çok sayıda akrabasının Türkiye’de yaşadığını anlattı. Türkiye’ye geldiğinde sağlığı düzeliyor, kendini çok iyi hissediyormuş. Ailemle sabah çıkıp akşama kadar gezip yürüyebiliyorum, istediğim yere gidebiliyorum, bomba patlayacak endişesi yok, herhangi bir korku yok, bu benim sağlığımı etkiliyor, diyerek izah etti durumu. Böylece, içinde yaşadığımız ortamın büyük nimet olduğunu tekrar hatırladım. İşlerimizi halledip akşam tekrar dönmemizi istedi. Bizi yemeğe davet ediyordu. Her zaman olduğu gibi yemek daveti beni çok sevindirdi. Akşama kadar yiyeceğimiz Özbek pilavını düşünmeden edemedim.

Valinin yanından ayrılıp bir kumaşçıya gidip kumaş beğendik. Sonra terziye gidip ölçü verdik. Yarın sabaha kadar kıyafetlerimiz dikilecekti. Böylece biz de Afganlar gibi giyinecek ve dikkat çekmeden ortalıkta daha rahat dolaşabilecektik. İşimizi rahat yapabilmek için şeklen de onlar gibi olmak gerekiyordu. Ben haki renkli bir kumaş beğendim. Akşam tekrar valinin evine gittik. Bu sefer beldenin en rütbeli askeri ve vali yardımcısı da bizi bekliyordu. Belgesel araştırması için daha detaylı konuştuk. Gitmek istediğimiz bir bölgenin yeterince güvenli olmadığını söyleyip “izin veremeyiz” dediler. Bölgeleri, güvenliği ve riskleri konuşarak araştırma alanımızı daraltmaya çalıştık. Akşam sekiz gibi yemek vaktinin geldiğini söylediler. Başka bir odaya geçtik. Minderle çevrili odanın ortası yemeklerle doluydu. Heyecanımı saklamaya çalışarak bağdaş kurup oturdum.

Hava turuncu renge bürünmüştü ve neredeyse tozdan göz gözü görmüyordu. Yine de yola çıktık.

27 Ekim Cumartesi. Semengan’dan ayrılmaya karar verdik. Çünkü gitmek istediğimiz bölgeye gidemiyorduk. Bölgede çatışmalar vardı ve can güvenliğimizi sağlamak konusunda endişe ediyorlardı. Rehberlerimiz aradığımız kriterlere uygun bir hikayenin Tahar’ın bir köyünde tespit edildiğini söylediği için Tahar’a doğru bir yolculuğa çıkmaya karar verdik.

Sabah erken saatlerde terziden gelen yeni kıyafetlerimizi giydik. Hepimiz Afgan gibi olmuştuk. Şimdi dikkat çekmeden yolculuk yapabilirdik. Bugün şehir tamamen tozla kaplandı. Araçlara binip yolculuğa çıktığımızda bunu daha iyi hissettik. Saatlerce yol gittik ama her yer tozla kaplıydı. Tozdan yolumuzu bile göremiyorduk.

Böylece Tahar’a vardık.

Bir gecede ABD askerlerinin hayatını nasıl kararttığını anlattı Azizullah. Kimseden hesap soramamıştı.

29 Ekim Pazartesi. Bugün Tabataş köyüne gidecektik. İki araçla yola koyulduk. Dün kadar olmasa da hava hala tozluydu. Bir buçuk saat sonra bir köye ulaştık. Arabalardan birini bırakıp köyden başka bir araba aldık. Yolun bundan sonrası sıkıntılıymış, o araç gidemezmiş. Yol daha ne kadar bozuk olabilir ki diye düşündüm, defalarca suyu çekilmiş ırmak yataklarından ve uçurum diplerindeki çökmüş yollardan geçmiştik. Ancak gerçekten de yolun bundan sonrası daha sıkıntılıydı, olmayacak yola koyulmuştuk. Araçlarımız tadilat yapılan uçurum kenarı bir yolda durdu. Şoför bize araçtan inmemizi söyledi. Kapıyı açtığımda dışarı çıkmakta zorlandım. Bastığım yer uçurumdu ve toprak gevşekti. Yüzlerce metre yüksekliğindeki bu uçurum kenarında yolculuk çok tehlikeliydi. Yine de devam ettik ve yirmi dakika sonra hedeflediğimiz köye vardık.

Daha önceden tespit edilen aile ile görüştük. Azizullah amcanın hikayesini dinledik. Bir gece ansızın ABD askerleri tarafından evi bombalanmış, saldırıda oğlu ölmüş, kendisi de tutuklanıp götürülmüş. Yirmi ay mahkum kalan yaşlı adam sonunda herhangi bir suçu olmadığı için bırakılmış. Afganistan’da buna benzer yüzlerce hikaye var. ABD askerleri istedikleri gibi operasyon yapıyor, insanları ya öldürüyor veya ailelerinin gözü önünde kafasına çuval geçirip helikopterle götürüyor. İlk günler dayak ve hücre hapsi, sonra koğuşta geçen yıllar.

Azizullah’ın saldırıda vefat eden oğlunun bir kızı vardı. Babası öldüğünde henüz annesinin karnında olan, şimdi 6 yaşlarındaki Hatice. Dedeyle saatlerce konuştuktan ve hayatına dair detaylı bilgi aldıktan sonra bulunduğumuz odaya Hatice’yi çağırdık. İlk girdiğinde tedirgindi ve gözleri dolmuştu, biz yabancıların ilgisi onu korkutmuştu, üstelik odadaki bütün herkesin gözleri ondaydı. Hatice’yle ilgilenmemelerini söyledim ve dedesinin yanına oturttum. Bir süre başka konular konuştuktan sonra Hatice’ye dönüp kaç yaşında olduğunu sordum. Benim de bir kızım olduğunu, onun adının Ayşe Kerime olduğunu söyleyip fotoğraflarını gösterdim. Hatice’nin yüzü gülmüştü.

Yemekten sonra köyün çıkışına kadar yürüdük. O esnada biraz fotoğraf çektim. Hava kararmadan bölgeden ayrılmamız lazımdı. Buralarda akşamları yol çok güvenli değildi. Vedalaşıp köyden ayrıldık. Artık ateşim yükselmeye başlamış, vücudum halsizleşmişti. Şehre ulaşıp kaldığımız misafirhaneye vardığımızda titriyordum.

Kadınlarla iletişim kurmak emek ve zaman istiyor. Bunu dert etmiyorum lakin her zaman yeterince vaktimiz olmuyor.

31 Ekim Çarşamba. Sabah hazırlanıp gelecek araçları bekledik. Tekrar Tabataş köyüne doğru yola çıkacaktık. Daha önceki yollardan geçerek bölgeye ulaştık. Bizim için bir ev ayarlamışlar. İçeri girdiğimizde soba yanıyordu ve sıcacıktı. Günlerdir ilk defa sıcaklığı hissettim.

Daha önceki seferin aksine akşama dönmeyecek geceyi burada geçirip yarın da bölgede çalışma yapabilecektik. Akif abiyle ben hikayemizin kahramanı olan kızın annesiyle görüşmeye gittik. Bir evin bahçesine girdik. Birazdan Hatice geldi. Artık bize alışmıştı, yüzü gülüyordu. Gelip yanıma oturdu. Onu konuşturmaya çalıştım. Sonra da yanımızda hediye getirdiğimiz mont, ayakkabı ve eşarbı hediye ettim. Hemen giydi. Sevindiği belli oluyordu. Hatice’nin dedesi ve dayısıyla uzun uzun konuştuk ama asıl mevzuya gelemiyorduk. Kızın annesiyle konuşmaya gelmiştik oysa onlar yanımıza gelmiyordu. Bunun olacağını bildiğim için açık bir mekanda oturmak istemiştim. Sonunda dayanamayıp söyledim. Çağırdılar. İki kadın geldi, ikisi de Afganistanlıların çaderi dedikleri bizim burka olarak bildiğimiz şeyi giymişlerdi, yüzleri kapalıydı. Haliyle ilk başta hangisinin anne hangisinin anneanne olduğunu anlayamadım. Biraz uzağımıza oturdular. Önce kendimizi tanıttım ve Özbeklerin misafirperverliklerini övdüm. Kadınlar sesimizi duyacak mesafede olmasına rağmen tercüman Hatice’nin dayısına tercüme ediyor, dayı da kendi abla ve annesine aynen aktarıyordu. Garip bir durum vardı. Ben de tam tersine iyice kadınlara dönüp, tercümanı da kadınlara hitap etmeye zorlayarak, “Ben sizin evladınızım, ama şu an çok hastayım, bana dua eder misiniz?” dedim. Bolca dua edeceklerini söylediler. Artık daha iyi bir iletişimimiz vardı. Biraz sonra ise espri yapıp gülüyorlardı.

Merak ettiğim şeylerden biri de köydeki kadınların eğitim durumuydu. Belgeselimizin konusuyla hiç alakası olmamasına rağmen sordum. Acaba Hatice’nin annesi medreseye gitmiş miydi? Küçükken çok az gitmişti, Kuran okumayı çok az biliyordu, başka da bir eğitimi yoktu. Afganistan’daki giyim kuşam tercihlerinin dinden daha çok, kültürel ve siyasi karşılıkları vardı. Zannedildiğinin aksine halk aşırı dindar değildi. Hassasiyetler bile gelip belli başlı küçük şeylere takılmıştı.

Yağmur bastırıp yollar çamura dönünce araçlar bizi götüremedi. Sırtımızda çantalarla çamura bata çıka yürümek zorundaydık.

1 Kasım Perşembe. Dün geceyi Tabataş köyünde geçirdik. Bizim için hazırladıkları bir köy evinde kaldık. Bir odada yedi kişiydik. Özbek mihmandarlarımız erkenden uyumuşlardı ancak biz muhabbet etmeye devam ettik. Öyle uyuyorlardı ki, onları rahatsız edeceğimiz aklımıza gelmedi. Sonunda bir arkadaş tuvalete gitmek için kapıyı açtı. O anda mihmandarımız Cemili fişek gibi uyanıp yataktan kalkıp el fenerini yaktı, su dolu ibriği uzattı ve tuvaletten dönene kadar onu bekledi. Tuvalet evin yirmi metre kadar uzağındaydı. Zaten bizi olağanüstü bir gayretle misafir ediyorlar, her ihtiyacımızı önceden sezip yardımcı olmaya çalışıyor, isteklerimizi her durumda yerine getiriyorlardı. Bu olayı da görünce Özbek arkadaşların misafirperverliğine hem hayran kaldım hem de büyük mahcubiyet duydum. Dünyanın birçok yerinde her türlü insanla çalışmış biri olarak Özbekler bana inanılmaz gelmişti. Asla üşenmiyor, sanki hiç yorulmuyorlardı. Gece on bir gibi biz de yatıp uyuduk. Ancak gece üç gibi ben de tuvalete kalktım. Cemili benim için de uyanmasın diye sessizce montumu sırtıma alıp ayak uçlarıma basarak kapının önüne kadar gittim. Nefesimi tutup yavaş hareketlerle kapıyı açtım. Çok az bir ses çıktı: çıt. Hemen zıplayıp yataktan kalktı, feneri yakıp kapıya çıktı. Gelme dedim, yat dedim, asla dinlemedi. Üstüne mont bile almamıştı, soğukta beni bekledi. Sabah öğrendim ki gece bizden her tuvalete kalkan kişi için aynı şeyleri yapmış. Ömrüm boyunca unutamayacağım hizmetler ve akıl almaz incelikler yaptılar. Haklarını ödememiz mümkün değildi. Gün başladı ve kahvaltıdan sonra arkadaşlar çekim yapacağımız mekanları tespit etmek için civarda dolaşmaya çıktılar. Ben de evde kalıp bu sakinlikte senaryoyu tamamlamaya çalıştım. Geç geleceklerini planlamıştık ama öğlen vaktinden önce geldiler ve “hemen çıkıyoruz” dediler. Yağmur geliyormuş, acil çıkmazsak gidemezmişiz. Apar topar hazırlanıp yola çıktık ama yağmur gelmişti bile. Köydeki araç bizi götüremedi, başka köydeki araçlarımız gelip bizi alamadı. Biz de mecburen yürümeye başladık. Bildiğimiz manada zaten bir yol yok. İnsanlar dağları, patikaları, uçurumları kendilerine yol yapmışlar. Her yer toprak. Toprak toz gibi, yağmurda ıslanınca jilet gibi kayganlaşmış. Çamurlara bata çıka sırtımızda çantalarla yürüdük. Bir yandan da hafiften yağmur yağıyordu. Sonunda bir nehre geldik. Karşıya geçmemiz gerekiyordu. Diz boyu su vardı ve şiddetli akıyordu. Altmış yaşlarındaki Azizullah amca paçalarını sıvayıp ayakkabısını çıkartıp nehre dalınca ne yapacağımızı anlamış hemen ayakkabılarımızı çıkartıp hazırlanmaya koyulmuştuk. Ancak Azizullah suyun içinden bize doğru bağırmaya başladı. Ayakkabımızı çıkartmamızı istemiyordu. Bir süre ne yapmak istediğini anlamadık. Sonra işaretlerle bizi sırtında teker teker karşıya geçireceğini anlattı. Bize karşı yaptıkları olağanüstü iyiliklerden sonra böyle bir şeyi kabul etmeyi aklımızdan bile geçirmedik. Bağırıp ısrar etse de paçaları sıvayıp ayakkabıları elimize aldık. Suya ayağımı soktuğumda ne kadar soğuk olduğunu fark ettim. Suyun şiddeti dengeyi bozuyor taşlar da ayağa batıyordu. Karşıya geçtik ama çok daha kaygan bir zemine gelmiştik. Özbek arkadaşlar kaymamak için çıplak ayakla çamura daldılar. Ben ayakkabılarla devam etmenin daha kolay olacağını düşündüm. Nehrin kenarında yamaçtan geçerken ayağımın altındaki toprak bir anda kaydı. Son anda yarım yamalak tutundum ama bir ayağım boşlukta diğer ayağım beni zar zor idare eden toprakta kalmıştı. O da kayarsa suya düşecektim, kıpırdamadan bekledim. Özbek arkadaşlardan biri gelip yardım etti, çıktım tekrar. İnce bir keçi yolundan zikzaklar çizerek yokuşu tırmanmaya başladık. Artık yürüme imkanı kalmamıştı. Her adımda kayıyor, çamura gömülüyorduk. Güç bela tepeyi tırmandığımızda iyice yorulmuştuk. Ancak yol bitmedi. Kötü yollarda, uçurumlarda, patikalarda bir buçuk saat yürüdük. Sonunda araçlara ulaştık.

Yeni kıyafetlerimle görünmez oldum. Ekipten ayrılıp Kabil’e doğru yola çıktım. Hindukuş dağlarını gördüm.

Sonraki günlerde ekibin geri kalanı da çekim malzemeleri ile birlikte Türkiye’den geldiler ve ekibimiz yedi kişi oldu. Onlar için de Afgan usulü kıyafet diktirdik ve köye yolculuk için bir kaç gün boyunca hazırlıklar yaptık. Tahar merkezde alışveriş yaparken artık kimse dönüp bakmıyordu bana. Üzerimdeki kıyafetlerle neredeyse onlardan biri olmuştum. Bunu deneyimlenmek ve yabancı görülmemek çok hoşuma gitti. Çarşıda pazarda dolaşıp durdum.

Afganistan’ın büyük şehirlerinde gördüğüm ilginç şeylerden biri de bilgisayarlarını yol kenarlarına kurmuş gençlerdi. Bilgisayarlarında yüklü olan şarkıları klipleri satıyorlardı. Burkalı kızları yol kenarında bilgisayar başında toplanmış klip izlerken gördüğümde şaşırdım. Bilgisayarın başına oturmuş gencin başında bekliyor, çocuğun açtığı şarkı kliplerine göz atıp “şunu da ekle” falan diyorlardı. Bilgisayarlarda binlerce video dosyası arasından istediklerini seçiyorlar böylelikle kendilerine CD veya USB yaptırıyorlardı. Gördüğüm kadarıyla her türlü şarkı vardı ama özellikle pop şarkılar tercih ediliyordu. Seçtikleri kliplerde ise herhangi bir sınır gözetmiyorlardı. Yanlarında durup uzun uzun onları izledim. Nasıl olsa artık ben de Afgandım ve kimse benden rahatsız olmadı. İnternetin pahalı ve yavaş olduğu ülkede gençler böyle bir çözüm bulmuşlardı. Güçlü bir taassup olmasına rağmen merkezlerde zannettiğimizden daha farklı bir hayat yaşanıyordu.

Şehirdeki hazırlıklar bitince hep birlikte tekrar köye doğru yolculuğa çıktık. Araştırma ekibi olarak görevimizi tamamlamış ekibin geri kalanını da çağırmıştık, artık belgeselin çekimine başlayabilirdik. Ekip işler yolunda giderse köyde bir hafta geçirecek ve sonra dönecekti. Ekiple birlikte köyde iki gün daha geçirdikten sonra benim işlerim bitti ve dönmeye karar verdim. Yanıma bir rehber verdiler ve bir sabah gün doğarken Tahar’a geri döndüm. Kahvaltı yaptıktan sonra ise başka bir rehberle ve iki şoförle birlikte kiralık araçla Kabil’e doğru yola çıktık. Şoförler yol boyunca şarkılar dinledi. Ben bazen yolu seyrettim bazen de uyudum.

Kasabalardan, köylerden geçtik. Hindukuş dağlarının arasından geçerken yol iyice bozuldu. Çok sıkıntılı yollarda seyahat ettim ama bu kadar uzun süren bozuk yol görmedim. Yemek, namaz ve ihtiyaç için durduk. Son durduğumuz yerde arabayı yıkattık. Çünkü baştan sona çamur olmuştu. Sabah altı gibi köyden çıkmıştık ve Kabil’e akşam yedi civarında ulaştık. Yolculuk tahmin ettiğimden de uzun sürdü. Geceyi geçirmek için İHH’nın Kabil’deki yetimhanesine gittik. Çocukların akşam yemeğinden kalan pilav ve fasulyeden yiyip ranzalardan birinde yattım. Sabah hava aydınlanmadan beni havalimanına bıraktılar. Artık tek başımaydım. Afganistan’a girmek kolay çıkmak zor. Sanırım yedi sekiz kontrol noktasından geçtim. Son kapıdan sonraki uçağa binmek üzere olduğumuz koridorda da kontrol yapıldığını görünce sabrımın zorlandığını hissettim. Artık o koltuğa oturmak istiyordum. Uçak havalanınca rahatladım. On dört günlük yolculuğum nihayete eriyordu. Afganistan’a ilk geldiğimde buraya tekrar gelmeyi çok istemiştim. Allah nasip etti. Şimdi yeni yolculuklar düşleyerek gökyüzünden şehirleri ve kasabaları seyrediyordum.


Abdullah Kibritçi 'ın Yazısı.