Akıllı olan, kendini gösterme ya da görünme derdine düşmez. Akıllı olan kendini gizler, halini gizler, seyrini gizler, seferini gizler, nefesini bile gizler, çünkü işimiz ifşa değil ifnadır.

Gözleri gök kadar derin Genç, yeni arkadaşı Burhan’la ikinci buluşmasında yıllardır cevabını aradığı o soruyu sordu:

- Rabbinin burhanı neydi? Hani Yusuf aleyhisselam onu görmeseydi, kendisine meyledene meyledecekti, hani onu görünce vazgeçmişti; orada ne gördü Yusuf peygamber, neydi burhan?

Burhan güldü:

- Baştan söyleyeyim, o ben değilim. Ama bütün gayretim, çalışmam ve yönelişim o burhan içindir. Onu bulana, onunla yürüyene ve onu anlatana gıpta ederim. Rabbimizin burhanı, bizi dosdoğru yol üzerinde tutan ve yürüten bir anlayıştır.

- Anlayış mı demek lazım, yoksa delil ya da kesin bilgi mi?

- Doğrusu burhanı sözlükler genellikle delil ya da kesin bilgi diye çevirirler ama ben biraz farklı düşünüyorum.

Genç sabırsızlanıyordu:

- Hz. Yusuf’un gördüğü burhan neydi, esas onu soruyorum. Burhan muzipçe güldü:

- Orada değildim yahu, bilmiyorum. Ancak ne anladığımı söyleyebilirim, o da seni tatmin eder mi çok emin değilim.

- Ben de onu soruyorum, başka bir şey değil.

- Hep sen sorma biraderim, biraz da ben sorayım; söyle bakalım, kahvaltı yaptın mı?

- Kahvaltı yapmıyorum. Daha doğrusu öğlene kaydırıyorum.

Burhan başıyla onaylarken sağ tarafında bir poşete doğru uzandı. Poşeti açtığında içeriye sıcak simit kokusu yayıldı. Burhan göz kırptı:

- Ezine peynirim de var.

Genç, en heyecan verici yerinde konunun peynir simit muhabbetine dönmesine biraz bozulmuştu. Bu gibi durumlarda yüzüne belli belirsiz bir ifade oturur, susmayı yeğlerdi. Burhan, muhatabının sabırsızlığının farkında, tebessüm ederek tane tane konuşmaya başladı:

- Açız değil mi ikimiz de? Ben de senin gibi kahvaltı yapmam. Öğlen 12 gibi yerim ne yiyeceksem. Şimdi tam zamanı değil mi? Saat 12 olmak üzere, bak. Ağzımız sulanmaya başladı. Azalarımız tepki veriyor. Bağırsağımızın beyin kadar karmaşık bir sistemi var, hemen başladı çalışmaya. Mide asidini salgılıyor. Vücudumuz hazır, biz de hazırlığımızı yaptık. Simidimiz var, işte peynirimiz. Çay da demlenmek üzere. Birazdan afiyetle yiyeceğiz.

Sustu ve Genç’e bakmaya başladı. Genç belli belirsiz gülümseyerek mukabele etti ama “bu muhabbet nereye varacak Ya Rabbi?” der gibiydi. Burhan parmağını kaldırdı:

- Yiyecek misin, yemeyecek misin? İşte buna karar vermek iradenin işidir. Vücudun nasıl tepki verirse versin, için ne isterse istesin, nefsin ne dilersen dilesin, buna son tahlilde sen karar vereceksin. Neye göre peki? Meşru ise yersin, değilse uzak durursun. İşte Yusuf peygamberin gördüğü burhan, Rabbinin burhanı buydu; burhan, günahın bir anlık zevkine kanmayacak ve işin ilerisini görecek bir keskin anlayış ve idraktir. O idrakle yapacağının kötülük ve fuhuş olacağını bildi ve bedeninin ya da nefsinin isteğine göre hareket etmedi. Şimdi gel de şu mütevazı kahvaltıma ortak ol, burhanın gereğini yap…

Genç, Burhan’ın davetine icabet ederken sanki zembereğinden boşalmış gibi gülüyordu. Aradığını bulamamanın asabiliği üzerine çökecekken bir anda tam tersi olmuştu.

Kahvaltı süresince konuşmadılar. Nihayet ortada bir şey kalmayınca Burhan arkasına yaslandı ve gözlerini Genç’e dikti:

- Şimdi ben sorayım, Yusuf’un içine atıldığı kuyu ne kuyusuydu?

Genç böyle soruları severdi. Üzerinde düşündüğü bir konuydu zaten. Kendisinden emin bir eda ile o da arkasına yaslandı:

- Kıskançlık kuyusu mu?

- Kardeşlerin kıskançlığı vardı, doğru. Bu da öldürme kastı ile başlayan ve kuyu ile biten bir plan çıkardı ortaya. Ama o kadar mı? Kuyuyu sadece hasetçilerin kötülüğü mü çıkarttı ortaya?

Genç sessiz kaldı. Yusuf peygamberin ne gibi bir suçu olabileceğini düşündü bir an. Siması ile övündüğüne dair birkaç rivayet duymuştu ama düştüğü tuzakta bunun etkisi ne olabilirdi ki? Hem Yusuf’a babasının yaptığı tembih, rüyasını kardeşleriyle paylaşmaması değil miydi? Kaldı ki kardeşlerin kıskançlığı babalarının Yusuf’a yönelik özel sevgisinden kaynaklanmıyor muydu?

Burhan devam etti:

- Kuyu haset kuyusudur, doğru. Atanlar, seni oraya layık görenler haksızdır, doğru. Ama onlar kadar, onları sana ok, seni onlara hedef kılan bir hal de yok mudur, buna bakmak gerek. Bir hal ki düşmanın dikkatini çekiyor. Bir ev ki kapısı, penceresi açık, içeriye hırsızı davet ediyor. Mümkün müdür bu?

Genç başı ile onayladı.

- Evini nasıl korur insan? Kapıyı, pencereyi kapatarak. Peki, üzerindeki nimeti başkalarının kötü bakışından ya da hasedinden nasıl muhafaza eder?

Genç bu sefer başını olumsuz manada salladı, bilmiyordu.

- Nimet de tedbir ile korunur. Tedbir haldir. Kıskançlığın iki boyutu vardır; birincisi bilgisizlik, ikincisi tamah. Nimetlerin taksimini yapan Allah’tır. Kıskanan aslında taksime karşı çıkarak Allah’a itiraz ettiğini bilmez. Taksimine karşı çıkanın hasmı Allah’tır. Kıskanılanın bu meyanda yapacağı bir şey yoktur, çünkü Allah hasmını kimseye bırakmaz. Tamah ise açgözlülüktür. Tamahkâr haddini aşarak sendekinin ortadan kalkmasını ister. Kendine düşen pay ile yetinmeyip, sendekinin yokluğunu isteyen ile bir yere kadar mücadele edebilirsin. Nasıl? Halinle…

Genç soru cevap şeklinde giden bu muhavereye kendini kaptırmış, ilgiyle dinliyordu.

- Yusuf’un kardeşlerinin tamahı, babalarının sevgideki pay taksimine karşıydı. Sevgiyi pay eden tamaha müsaade etmeyecek. Bunun panzehir hali kalbin taşkınlığına engel olan adalettir. Sevgide payının çok olduğunu gören, tamah edecekleri hesap edecek. Bunun panzehir hali ise nimetle övünmeyi engelleyecek tevazudur.

Genç bir şey söyleyecek olmuştu ki Burhan ayağa kalktı ve veda mahiyetindeki şu sözlerle sohbeti bitirdi:

- Bizim işimiz beşeriyetin en seçkinleri olan peygamberleri yargılamak değil, biz ancak gösterilen ve anlatılandan ders alırız, çünkü onların kıssaları biz ders çıkaralım diye gönderilmiştir. Yakup isen sevgine, Yusuf isen üzerindeki nimetin afetine dikkat edeceksin.

Genç tebessüm ederek elini uzattı:

- Belki kardeşlerdenizdir, kim bilir?

Burhan uzatılan eli sıkarken göz kırptı:

- Hepimiz Yusuf’uz. Kardeşlerimiz aklımızda ve kalbimizdedir; hissiyatımız, aklımız, korkumuz, ümidimiz, hafızamız diye uzar gider. Kuyu ise nefsimizdir. Kardeşlerinin seni alıp nefsinin girdabına salmalarına müsaade etmeyeceksin. Bunu işte ancak burhan ile başarabilirsin.

Genç o akşam defterine “Burhan” başlıklı bir pasaj yazdı:

“Üzerindeki her şey nimettir. Varlığın bizatihi nimettir. Sen nimetsin. Düşmanın en büyüğü sendeki nimete tamah eden şeytandır. Kimseyi kıskanma, çünkü bu taksime razı olmamaktır. Sahip olduğunun en güzel pay olduğunu bil. Bunu önemsemeyip başkasının payını dert edersen tamahkârlık yapmış olursun. Tamahkâr ise şeytanın kardeşidir. Sendeki nimetleri sorgulayanlar olabilir, bundan korkma. Nimetinin üzerinde görünmesi ya da gözükmesi mesele değildir; mesele, senin o görüntü ile nasıl bir hal içerisine girdiğindir. Her nimetin bir ahlakı ve bir hazım süreci vardır. İnsan töhmet mahallinden sakındığı gibi töhmet celbedecek halden de sakınmalıdır. O yüzden sesi alçaltmak, yürüyüşü tevazu ile bezemek gerekir. Gizli ya da açık övünme vesilesi aramak düşmanı ve tamahkârı tahrik eder. Akıllı olan, kendini gösterme ya da görünme derdine düşmez. Akıllı olan kendini gizler, halini gizler, seyrini gizler, seferini gizler, nefesini bile gizler, çünkü işimiz ifşa değil ifnadır.


Mehmet Lütfi Arslan'ın Yazısı.