Osmanlı’da kütüphane kurma kültürü, sadece İstanbul’la sınırlı kalmamış. Payitahtta üst makamlarda bulunan devlet adamları, ülkenin farklı şehirlerinde de kütüphaneler yaptırıp kitaplar vakfetmişler. Kayserili Reisülküttâb Râşid Efendi Kayseri’de Ulu Camii’nin, Yusuf Ağa Konya’da Sultan Selim Camii’nin bitişiğine birer kütüphane binası inşa ettirmişler.

İmâm Mâturîdî’nin Te’vîlâtü’l-Kur’ân adlı tefsirinin, Osmanlı müfessirleri üzerindeki etkilerini inceliyorum. Araştırmanın bir parçasını da adı geçen eserin Osmanlı kütüphanelerindeki yazma nüshaları oluşturuyor. Hicri 12, miladi 18. yüzyıla gelindiğinde tefsirin yazma nüshalarında ciddi bir artış oluyor. Bu, genellikle aynı yüzyılda İmâm Mâturîdî’nin fikirlerine yönelik artan ilgiyle izah ediliyor. Bu tespit doğru. Ancak bir şeyi daha fark ediyorum ki, onu da göz ardı etmemek gerek. Aynı yüzyılda, İstanbul’dan Anadolu’ya, oradan Hicaz’a kadar uzanan Osmanlı coğrafyasında birbiri ardınca kurulan özel kütüphaneler ve bu kütüphanelere eserin/eserlerin birer nüshasını kazandırma arzusu.

Kimler şahsına özel kütüphane kurmaya girişmemiş ki bu dönemde? Padişahlardan, devlet ricaline, eşraftan ulemaya, ilme değer veren, kitabın kadir ve kıymetini bilen her kesimden insan bu işe gönül vermiş. En nadide eserleri toplamak veya istinsah ettirmek için deyim yerinde ise kıyasıya bir yarış başlamış. Netice ortada. Bugün İstanbul ve diğer pek çok Anadolu şehri, dünyanın en zengin yazma eserlerine sahip. İslamî ilimler üzerine çalışan hiç kimsenin müstağni kalamayacağı bir zenginlik bu. Nitekim bu zenginliğin farkında olan müsteşrikler, İstanbul’u kendilerine mesken edinmişler. Helmut Ritter ve Oscar Rescher ilk akla gelenlerden.

Merhum Muhammed Hamidullah da, İslam Peygamberi gibi en kayda değer eserlerini, İstanbul’daki yazma eserler üzerine göz nuru dökerek kaleme alıyor. Hamidullah şöyle diyor: “Daha önce Medine-i Münevvere’de iken çalıştığım Şeyhulislâm Arif Hikmet Bey Kütüphanesi, Türklerin kitaba karşı duydukları büyük tutku ve zevk hakkında bende bir büyük bir tesir husule getirmiştir. İstanbul ise sahip olduğu kütüphane zenginlikleri ve ilmî muhitlerde tanıyabildiğim faziletli âlimlerini yüksek seviyeleri gönlümü son derece heyecanlandırmıştır.” (İslâm Peygamberi, Önsöz, s. XV, XVI)

Şimdi Lale Devri ile birlikte kütüphane kurma işine gönül veren bazı zevattan söz edelim. En başta Cârullah Veliyüddin Efendi’yi hatırlamak gerekecektir. Cârullah Efendi, bir Osmanlı âlimi, günümüz ifadesiyle söylersek, kelimenin tam anlamıyla bir entelektüel. İslâmî ilimlerin hemen her dalına, edebiyattan dilbilime, matematikten tıbba kadar bütün bilimlere meraklı biri. Onun bu değerli merakı, bugün en nadide eserlerimizin toplandığı Süleymaniye Kütüphanesi içinde bulunan Cârullah koleksiyonun vücuda gelmesine vesile olmuştur.

Cârullah Efendi, İslam mirasına ait pek çok eserin müellif nüshalarını veya en eski tarihli nüshalarını kütüphanesinde bir araya getirmiştir. Mesela yazının başında sözünü ettiğim, Mâturîdî’nin Te’vîlâtü’l-Kur’ân’ının hicri 651 tarihli en eski nüshalarından biri, Cârullah Efendi’nin mührünü taşımaktadır. Cârullah Efendi’nin kütüphanesini değerli kılan bir diğer husus ise, bizzat kendisinin kitapların kenarlarına düştüğü çok değerli notlarıdır. Kitabın müellifi, içeriği ve çeşitli özellikleri hakkında düşülmüş bu notlar, günümüz araştırmacıları için paha biçilmez bir kıymete sahiptir.

İlim ve sanat erbabına değer veren kitap meraklılarından biri de sadrazam Şehid Ali Paşa’dır. Ali Paşa, İstanbul’dan kitap ihracını yasaklayacak kadar kitaplara düşkündür. Gittiği her yerden özenle kitap toplayan Paşa, bu nadide eserleri, Şeyhzadebaşı’nda inşa ettirdiği kütüphanede bir araya getirmiş, kitaplarının bir kısmını buraya vakfetmiştir. Ayrıca Vefa, Üskübî mahallesinde, Kuzguncuk İstavroz mahallesinde bulunan konaklarında da kütüphaneler kurmuştur. Her birine görevlilerin tayin edildiği bu kütüphaneler, ilim talebelerinin istifadesine açık tutulmuştur.

Osmanlı kitapseverlerinden bir diğeri de Hacı Beşir Ağa’dır. III. Ahmed ve I. Mahmud devrinde Dârussâde ağalığında bulunan bu zat, Cağaloğlu’ndaki külliyesinde ve Eyüp’teki dârülhadisinde birer kütüphane kurdurmuştur. Hacı Beşir Ağa’nın kütüphane hizmetleri İstanbul’la sınırlı kalmamış, Medine ve Ziştovi’deki medreselerinde yine birer kütüphane kurdurmuş, Bağdat’ta İmâm-ı Azam hazretlerinin âsitanelerine bir miktar kitap vakfetmiş, Kahire’deki El Ezher Camii’nin Türk revakında bulunan kütüphane görevlisine ücret tayin etmiştir. (İsmail Erunsal, Osmanlılarda Kütüphane ve Kütüphanecilik, 192-195)

Osmanlı’da kütüphane kurma kültürü, sadece İstanbul’la sınırlı kalmamış. Payitahtta üst makamlarda bulunan devlet adamları, ülkenin farklı şehirlerinde de kütüphaneler yaptırıp kitaplar vakfetmişler. Kayserili Reisülküttâb Râşid Efendi Kayseri’de Ulu Camii’nin, Yusuf Ağa Konya’da Sultan Selim Camii’nin bitişiğine birer kütüphane binası inşa ettirmişler.

Öyle anlaşılıyor ki, ilim, sanat ve edebiyatın diğer şehirlerde de canlılığını korumasına hizmet etme düşüncesi var. Nitekim aslen Giritli olan ve çeşitli devlet kademelerinde görev yapan Yusuf Ağa, Konya’da böyle bir kütüphanenin olmayışı, ayrıca Konya’nın manevi havasına duyduğu sevgi sebebiyle kendi adına bir kütüphane inşa ettirmiş. Yusuf Ağa Kütüphanesi günümüzde dünyanın en nadide eserlerinin bulunduğu istisnai bir kütüphane. Ancak kendi eserlerimize karşı duyarsızlığımız, bu kütüphanedeki en nadide eserlerden bir kısmının çalınmasına neden olmuş. Mesela ünlü müfessir Zemahşerî’ye ait Mukaddimetü’l-Edeb adlı eserin önemli bir nüshası bu kütüphane imiş. Satır altı Türkçe çevirisi bulunan ve Zeki Velidi Togan’ın da tıpkı basımını yaptığı bu Arapça eser, maalesef sonraki yıllarda çalınmış.

Ârif Hikmet Bey, ismi anılmadan geçilmeyeceklerden. Ali Ulvi Kurucu üstadın anlattığı gibi, Medine kadılığı ve Şeyhulislâmlık yapmış bu zat, değerli yazma eserlere fevkalade meraklı, ilim ve kitap aşığı… Müslüman dünyasında kitaptan anlayan kimselere haber salmış: “Nefis mühim bir yazma eser buldunuz mu bana sormadan alın, bedelini gönderirim…” Herkes bulduğu eserleri göndermiş. İşte kütüphane böyle meydana gelmiş. Beş bin küsur eser toplanmış. İçlerinde yazarının eliyle yazdığı müellif hattı, başka yerde bulunmayan, tek nüsha beş yüz, sekiz yüz hatta bin yıllık kitaplar var.

Ârif Hikmet Bey, kitaplarını, bizzat arsasını satın alarak Medine-i Münevvere’de Ravza’ya yakın bir yerde inşa ettirdiği kütüphaneye bağışlamış. Âhir ömrünü Medine’de geçirmek ve kütüphaneye kitaplarını bizzat götürmek istediyse de Sultan Abdülmecid’in ısrarıyla gitmekten vazgeçmiş. Eşine vefatından sonra kitapları kütüphaneye götürmesini ve yerleştirmesini vasiyet etmiş. Eşi de vasiyeti yerine getirmiş. (Ali Ulvi Kurucu, Hatıralar, s. 347-349)

İlmin, edebiyatın, sanatın ve kültürün taşıyıcısı kitaplar… Kitaplara kolayca erişilebilen en değerli mekanlar kütüphaneler… Kitapların ve kütüphanelerin değerini bilen ecdat, çok değerli yazma eserler, kütüphaneler bırakmış geride. Bin bir türlü gayret, dünya dolusu servet harcamışlar bu uğurda. İşte onların bu gayretleri sayesinde ülke olarak az bulunur bir mirasa, çok değerli bir hazineye sahibiz. Bu mirasa sahip çıkmak, hazineleri keşfetmek ve nadide eserleri işlemek ise bu toprağın çocuklarına düşüyor.


Mesut Kaya'ın Yazısı.