Depremlerin sallayıp yıktığı İznik hâlâ sürprizlerle dolu. Müzede sıralanmış Yunan, Roma, Bizans lahitleri, Osmanlı mezar taşları... Hepsinin kabartmalarında bir hikâye. Gözlerimi kapamış ıslak okun sesini dinliyorum. Bir çoban türküsü duyuluyor uzaktan.

Gösterişli üç kapıdan geçtikten sonra kayboldum. Şehir surlarındaki kırık dökük şekiller kıpırdamaya başladı. Pagan tapınağından sökülüp sütunlara yerleştirilen maskelerden biri kahkaha atarken diğeri ağlıyordu. Çatlak duvarlarda büyüyen otlar titredi. Zengin tüccarların adını taşıyan altın kaplamalı levhalar sökülmüş, taşlarda sadece çengellerin boş delikleri kalmıştı. Roma ve İstanbul’la aynı kumaştandı bu şehir.

Su, geçmişten kalan yapılar gibi tarihin sırlarını açığa çıkarmadan pürüzsüz yüzeyi altında saklamıştı. Daha birkaç yıl evvel gölün altında bulunan bazilikayı dalgıçlar incelerken geçmişe şahitlik eden suda şehrin hikayesini aradım. Önce Aryus’un konsülde reddedilen öğretisi, sonra bir yayın balığı ve kılıçla yarılmış Osmanlı miğferi değdi elime ama benim ulaşmaya çalıştığım bir kayanın altına sıkışmış Nikaia’nın okuydu. Dirseklerimden sular akarken Hymnes’ in kanı bulaştı parmaklarıma. Bu şehir Nikaia için kuruldu.

Depremlerin sallayıp yıktığı İznik hâlâ sürprizlerle dolu. Müzede sıralanmış Yunan, Roma, Bizans lahitleri, Osmanlı mezar taşları. Hepsinin kabartmalarında bir hikâye. Gözlerimi kapamış ıslak okun sesini dinliyorum. Bir çoban türküsü duyuluyor uzaktan.

Ayasofya, tarihin yaşlı yüzü. Gelmiş geçmiş devletlerin ruhu, inancı, dili bir hatıra bırakmış üstünde. Kıyıda köşede, duvara saklanan bir oyukta bazen de gözümün önünde gösterişli, kendinden emin izler bulurum. Bazen de görmez geçerim. Yanımda bir bilen varsa tek tek anlatır tarihin gizemini. Duymak yetmez, dokunmam, hayal etmem, ayakkabılarımı çıkarıp soğuk, tozlu taş zeminde dolaşmam gerekir. Bilgi yeterli olsaydı, bu kış günü evimde bir kitaptan okurdum Ayasofya’nın sırlarını. Bir yanda unutulan apsis diğer yanda yaşlı bir adamın namaza durduğu minber. Camdan süzülen ışığı kovalıyor küçük çocuk ve camiye sığınan çelimsiz kedi çıplak ayaklarımın arasında dolanıyor. Kutsal emanetler ne zaman İstanbul’a taşındı, ne zaman unutuldu bilinmez ama kök boyalarla resmedilen ikonaların silik izleri hâlâ duvarlarda. Mimar Sinan’ın eli değmiş bu yapıya, neflere açtığı pencerelerle aydınlanmış merkez. Desenli taşlar süslüyor girişi. Büyük yuvarlağı çevreleyen on iki sadık daire* ve hemen arkasında geometrik desenler.* Dört imparator taç giymiş İsa’yı temsil eden taşın üstünde. İki kişilik tahtın sağında İncil, solunda imparator oturmuş; din ve dünyanın birbirinden ayrılmadığını göstermek için.

İznik Konsülü’nde İsa’yı tanrı kabul eden bir avuç insan amacına ulaşsa da dünyayı buna inandırmak asırlar sürer. İncil’in hangi bölümleri kutsal hangileri apokrif, insanlar tarafından elenir. Bilge rahipler bile tek kitap seçemez, birbirini yalanlayan dört kitap kalır ellerinde. Hıristiyanlığın amentüsü yazılır o gün. Roma Katolikleri, doğu Ortodoksları büyütürken; siyaset aynı dine inananları birbirine düşman eder. İkonalar kırılır, ikonalar geri döner. Bir kere daha İznik’te toplanır konsül.

Orhan Gazi şehri kuşattığında ne Hadrianus su kemerlerine bir şişe zehir döker ne de suyunu keser şehrin. Tozu dumana katan atlılar namaza durduğunda Müslüman olur Ayasofya. Kale duvarları içinde huzurla yaşamaya devam eder halk ve Osmanlı’nın ilk neferleri sur dışına yerleşir.

Orhan Gazi, oğlu adına bir medrese yaptırırken Nilüfer Hatun imaretinden iki öğün yemek çıkar fakir, fukara ve yolcuya. Roma’nın hamamları, sarayları meşhurdur ama imarethaneler doğunun, karşılıksız vermenin, zarafetin, merhametin izidir. Yeşil Camisi mermer taç kapısıyla Yunan zulmüne rağmen ayakta durur. Sütunları çatlatmak için dökülen kızgın yağların izleri mihrabın güzelliğine gölge düşüremez. Bir Yahudi mezar taşı sıkışıp kalır Şeyh Kudbettin Camisi’nin minaresinde. Ve ben menora kabartması üstünde parmaklarımı gezdirirken geçmişe özlem duyar, şehrin unutulan köşelerini merak ederim. Oysa suyu çekilmiş Böcekli Ayazması’nı ve yerle yeksan Koimesis Kilisesi’ni bilen bulunmaz bu diyarda. Bir tepede başsız savaşan Abdülvahap Sancaktâri’nin makamı, diğer yamaçta içi boş lahitler ve şehirde Çandarlı’nın tarihe sızan izleri...

Antik Roma tiyatrosunun sadece ilk katı var. Kemerler çökük, sahne yıkık. Oysa bir zamanlar gladyatörlerin ayaklarından havalandı toprak. Asiller toplanıp devlet işlerini konuştu. Gün geldi pazaryeri kuruldu tam ortasına. Osmanlı’nın silah deposu, aşıkların kaçamak yaptığı yer oldu. En acısı da ölüm çukurları açılıp toplu mezarlara üst üste cesetler atıldığı gündü. Yüzyıllar içinde toprak taşlaşıp sıkıştırdı kemikleri. Arkeologların kazdığı duvarda inci gibi dizili omurgalar, yamuk bir leğen kemiği, toprağı avuçlayan etsiz parmaklar... Çenesi birbirine kilitlenmiş iskelete değmeden geçiyor cılız kedi. Ve on beş bin kişinin alkışı kayboluyor tiyatroda.

Altı yüzyıllık çini fırınlarının izleri toprakta. Yolun karşısında vitrinleri rengarenk dükkânlar. Genç kız tabağa desen çizerken kil dönüyor ustanın elinde ve çamur şekilleniyor. Sanatkâr fırına atmadan önce son kez üflüyor çiniye. Alev alev yanmak ölümsüzleştiriyor renkleri. Asla sarı değmez İznik çinisine. Kırmızının ve çividin sırrı bilgelerde saklı, ne ben bilirim ne de toprak, ustanın dudakları mühürlü.

Sıkı sıkıya tuttuğum okun ucu avucuma acısız bir yara açtığında kanım Çoban Hymnes’inkine karışıp taş zemine düştü. Yakışıklı bir adam önce meleyen keçilerini susturdu sonra bana tatlı tatlı gülümseyerek elimdeki oku alıp göğsündeki kara deliğe yerleştirdi. Çekip almak, parçalayıp göle geri atmak, sevgilisinin kaderini anlatmak istedim. O bir aşk türküsü mırıldandı. Ben sustum. Kuşlar uçtu Ayasofya’nın üstünde, belki de son defa baktılar haç şeklinde kurulan şehrin kalbine. Yerlerinde duramayan, mevsimler değişmeden uzak diyarlara göç eden kuşlara biraz gıptayla, biraz da kendimden, o sancılanan, yanıp tutuşan parçamdan bir şeyler bularak baktım. Hepsinin ağzında ucu kanlı bir ok vardı.

* Havarileri temsil eder.

* Kral, kraliçe ve soyluları temsil eder.


Hande Berra'ın Yazısı.