Ne olursa olsun Selanik hâlâ bizim. Atina gibi değil Selanik. Kapatılan tüm camilerine rağmen Selanik Osmanlı şehri olduğunu bağır bağır bağırıyor. Bu yolculuğa çıkarken her yer bizim, hiçbir yerin yabancısı değilim diye düşünüyordum ama gördüm ki Selanik daha da bizim imiş.

Sene 2000. Milenyum lafını duyduk o yıllar bolca. Şimdilerde önemli bir ekonomist olan Mustafa Mente, Avrupa’yı çok uygun şartlarda gezme fırsatının bulunduğunu anlatmıştı yıllar önce. İnterrail denilen bu sistemle Avrupa’dan belirlediğiniz ülkeleri 22 veya 30 gün boyunca trenle gezebiliyordunuz. Biletinizi Sirkeci’den aldıktan sonra tüm seyahat boyunca trene bir daha para vermeden, üstelik tek vizeyle Avrupa ayaklarınızın altına seriliveriyor. Mente’den interrail maceralarını dinledikçe ben de interrailci olmayı hedefliyordum. İnterrail Avrupayı çok ucuza gezmenin adı.

Umreye gittikten, o güzel şehirleri gördükten sonra ‘kesinlikle yeryüzünü gezmek, görmek, insanlarla tanışmak lazım’ demişti içimdeki sesim. Sonra Atasoy Müftüoğlu Ağabeyin çocuklarından da taze taze interrail maceralarını dinledim bir miktar. Dedim ben de yapayım bu geziden.

Ersin Nazif Gürdogan’ın ‘Telefon rehberi dolu insanlarin önünün açık oldugu’ sözünü duyduğumda defterim isimlerle doluydu. O zamanlar telefon defterleri cep telefonuna geçmemişti tamamen. Saydım, sadece Mescid-i Haram’da, görkemli Kabe’nin yanı başında yirmi beş ülkeden insanla tanışmışım. Daha tanışırken tanışmakta olduğunuz insanın yüzünde müthiş bir tebessümün oluşması: İşte ümmet bu! Nijeryalılar mesela öyle hoş insanlardı ki, sonra Pakistanlılar, Endonezyalılar, Doğu Türkistanlılar... İsfahan’ı ve Saraybosna’yı görmek istiyordum en çok. Avrupa interrail tren sistemi ile onların önüne geçti.

Yol arkadaşım Eyüp’le Sirkeci’den aylık interrail biletlerimizi aldık, Yunan konsolosluğuna başvurduk, ‘vize vermeyiz’ dediler. Biz de hemen İtalya konsolosluğunu bulduk, başvurduk ve vizemizi ertesi gün aldık. Sonra büyüklerimize danışalım, onların tavsiyelerini dinleyelim, belki bir faydası olur dedik. Bir ton isimler, telefon numaraları aldık. Görüştüklerimizden Engin Noyan Bey dünya kadar uyarı ve tavsiyede bulundu ‘Aman şunu ihmal etmeyin, şuna dikkat edin’ şeklinde ve bize Ali Şeriati’nin Dine Karşı Din kitabı ile Muhammed Esed’in Meal-Tefsir’ini -yollarda okumak üzere- hediye etti. Biz okumuştuk dedik ama o “O kitap öyle okumakla bitmez” dedi, kendi okuduğu kitabı gösterdi, sayfalarda satırların altları o kadar çizilmişti ki ne kadar çok okunduğu öyle belli oluyordu ki biz o ‘okuduk’ sözümüzden utandık.

Pazar sabahı yolculuğumuz başlayacaktı. Önümüzde birçok ülke, birçok şehir vardı: Yunanistan, İtalya, Avusturya, Almanya, Hollanda, Belçika, Lüksemburg, Fransa, ülkeden sayarsanız Vatikan, SanRemo, Monaco, fırsat bulabilirsek Slovenya vardı.

Yolculuğumuzun başladığı sabah hayli heyecanlıydık. Eskişehir’e gidip Atasoy Müftüoğlu ağabeyi ziyarete gitmenin dışında trenle işim olmazdı ve otuz günümüz trende geçecekti. Öğle vakti Yunanistan’a girmiştik bile. İlk durağımız Piton’du. Kontrolden geçtikten sonra Selanik trenine bindik, yan koltukta bir hafta sonra tanışacağımız İspanyol Miquel oturuyor, elinde Flaubert’in bir kitabı var. Namaz kıldığımızı gördü, bize hayli sempatik bakıyor. Benim gözüm de adamı tuttu, çünkü diğer yolcuların, özellikle interrailcilerin akıllarının başlarında olduğunu söylemek pek mümkün değil. Fakat Miquel’le hemen tanışamadık çünkü o İngilizce İspanyolca biliyor, bense Almanca ve Arapça biliyormuş gibi yapıyorum. Yol arkadaşım iyi İngilizce biliyor ama Miquel’le iken bir türlü Eyüp’le aynı koltuklarda olamadık. Cep telefonu hastalığı daha o zaman sadece bizde yaygın değil; yolcular durmadan mesaj çekip oyun oynuyorlar. ‘Avrupalı okuyor kardeşim, yollarda bile okuyorlar’ sözlerini pek hakikatı yansıtır bulmadım. Elbette Türkiyedekilerden fazla okuyorlar ama okuduklarına baktığınızda çerez kitaplar okuduklarını görüyorsunuz. Joyce okuyan sadece bir bayan yolcu hatırlıyorum. Onun dışında hep macera, beyaz dizi türü kitaplar, absürd gazeteler, konformist dergiler...

Selanik ve Atina’yı hemen geçtik, buraları dönüşte gezmeyi düşünüyoruz. Adriyatik kıyısındaki Patras’tan gemiyle İtalya Brindisi’ye geçeceğiz. Geminin ufak bir fark ücreti var, aynı yola çıkacaklar bunu niye yazmadın demesin. Gemi akşama idi ve biz Patras’a gece ikide inmiştik. Biz öğrenci oteli dedikleri hostel aramak yerine gece gece istasyonda sabahlamaya karar verdik. Sabaha doğru Sudanlı Sadık’la tanıştık. Şehri bir güzel dolaştık; öğle vakti iki ile dört arası şehirde hayat bitiyor. Aylardan Ağustos. Güneş o biçim. Akdeniz iklimi kültüründeyiz.

İstasyonda olsun gemide olsun başka Türk interrailcilerle karşılaştık fakat Selanikli beynamaz George kadar bile sempatik değillerdi. Beynamaz derken, George bize kiliseye günde üç vakit gidilmesi gerektiğini ama kendisinin bunu ihmal ettiğini söylemişti de, bizim beynamazlar gibi demiştim kendisine, ondan yakıştırdık bu sıfatı ona. Bizse o zamana kadar Hristiyanları sadece pazar günleri kiliseye gitmekle yükümlü zannediyorduk. Yollarda çekinmeden namazımızı kılıyor oluşumuz birçok güzelliklere vesile oluyordu; İspanyol Miquel’i bile, Selanikli George’u bile bize yakınlaştırırken Ankaralı Türk gençlerin uzaklaşmasına bir sebepti.

Gemi yolculuğumuz on sekiz saat sürmüştü, ertesi gün öğlenleyin İtalya Brindisi’ye vardık. Bir ara bir adada duruldu. Meğerse İsmet Özel’in Mataramda Tuzlu Su şiirinde geçen İtaki’den yolcu alınıyormuş. ​

Brindisi’ye inerken saatimizi bir saat geri aldık. Buradan Napoli’ye geçeceğiz. Üç beş saat tren beklememiz gerekiyor. Aslında belki de gerekmiyordu ama yola yeni çıkmış olmanın verdiği acemilikle kimi ihtimalleri değerlendirememiş olabiliriz. Fakat bu kötü bir şey değildi, bilmediğimiz bir şehirde idik ve meraklı gözlerle bakıp gezebilirdik her tarafı. Ne çıkarsa bahtımıza deyip daldık Brindisi sokaklarına. Ekmeklerini, meyvelerini ve kedilerini ilginç bulduk, bir de bir duvara yazılmış ‘Palestina liberta!’ yazısını. Bir internet cafeye girdik bizim millet n’apıyor? diye. Hakan Albayrak ‘Bosna’ya da gidin çocuklar!’ diye mail yazmış. İtalyanlar görünüşleri ile Türklere, Türkler de İtalyanlara benzetilirmiş. Brindisi’de ne halkla ne de esnafla anlaşamadık, çünkü ingilizce bilenle karşılaşamadık.

Napoli’ye inince öncelikle Napoli’nin 19. yy’dan kalma mahallelerini gezdik. Meşhur hırsızlar şehrinde en ufak bir zayiatımız olmadı Allah’a şükür. Sabah hayli gezdikten sonra bir pazara girdik. Gözüm bir adama ilişti, mazlum görünüşlü bir adam. İçimden selam vermek geldi, gittim ‘Selamün Aleyküm’ dedim. Adam ne dese beğenirsiniz; ‘Aleyküm Selam’ dedi, tabii beğeneceksiniz!.. Adı İdrismiş, Cezayirli. Mescit sorduk, Cezayirli İdris hiç üşenmedi sattığı sebzeleri orada emanet edip otobüse binip bizi taa Zeyd bin Sabit mescidine kadar götürdü. Mescitte bol sayıda Cezayirli vardi. Çoğu kaçak gelmiş, tek tük okuyanlar da var. Aralarında Cemaleddin isminde 25 yaşında bir İtalyan da vardı. Cemaleddin kardeşle Almanca ve Arapça sohbet ettik, Türkiye ile ilgili bir ton soru sorup bizi fena halde sıkıştırdı. Adreslerimizi aldık ve ayrıldık. Sonra Napoli’nin meşhur sahilini gezindik, önümüze Castel N’ovollo çıktı, oradan Vezüv’ü seyrettik, Eyüp arkadaşıma Pompei’ye gidelim teklifinde bulundum ama kabul ettiremedim. Napoli halkı gördüğümüz kadarıyla otobüse, tramvaya para vermeyi, bilet kullanmayı sevmiyor. Sosyalist dönem alışkanlığı dediler. ‘İyi’ dedik biz de ve rahat rahat Napoli’nin altını üstüne getirdik. Türkiye’den ayrılalı beş gün olmuştu ve özlemek fiili içimizde gittikçe büyüyordu. Ziyaret etmeyi düşündüğümüz diğer Avrupa şehirlerindeki arkadaşlarımı aradım, konuştum. Eh bu kadar gezme ile yetinelim diyecek yorgunluğa ulaştığımızda her gün sonunda yaptığımız gibi bir tren bulup atladık ve soluğu Roma’da aldık. Roma Termini’ye indiğimizde akşam olmuştu. Şehrin göbeğinde bütün köşe başlarını zenciler tutmuştu. Roma’ya en sakin zamanında gelmişiz fakat yine de şehir çok kalabalıktı, yabancı kaynıyordu. Meğerse papa milyon kadar gence hitap edecekmiş. Tever nehrinin üstünden geçip Vatikan’a da nazar eyledik. Hakikaten çok küçükmüş canım. Allah bizim devletimizi o kadar küçültmesin! Roma’da pizza yemeden olmaz dedik ve etsiz pizza (vegetable pizza) yedik. Buralarda ne yediğimize dikkat etmek zorundayız, haram kaygın yoksa her şey serbest tabii. ​

Floransa yemyeşil bir şehir. Yaşayan bir şehir olarak gördüm Floransa’yı. En çok çocuklar çarptı gözüme. Ve şehre çok yakışan Arno nehri. Floransa görülmeden İtalya’dan geçilmemeli. Piazze de Michelangelo’dan şehir seyretmenin hazzı başka çok az şehirde yaşanabilir. Kentin tarihi dokusu iyi korunmuş, yeni yapılanma şehrin dışında gerçekleştirilmiş.

Floransa da Roma gibi, Napoli gibi heykel dolu. Heykele put denilmesini aşırılık görüyor kimileri. O kadar aşırılık olduğunu zannetmiyorum.

Viyana harika bir şehir. Cengiz Çandar Viyana için ‘Gençler için üç dört gün yaşamak için birebir ama daha fazlası gençlere sıkıcı gelir, yaşlılar içinse ömür boyu rahatça yaşanacak bir şehir’ diyor. Haklı gibi. Çok düzenli, sakin, tam kafa dinlenecek bir şehir. Suyu bir harika. Sırf suyunu içmek için bir daha gitmek isterim Viyana’ya. Viyana’ya indiğimizde kendimizi Anadolu’ya gelmiş gibi hissettim. İstasyondan biraz yürüyünce Türklerin yoğun oldukları bölgeye giriyorsunuz. İş Bankası’nın şubesini gördük, şilin edinmemiz gerekiyordu, girip Türk Lirası ile şilini değiştirmek istedik, yok, İş Bankası şanı büyük Türk Lirasını almadı, düşünebiliyor musunuz! Öz yurdumuzda parya durumuna düştük yani! Sonra bir şekilde Selimiye Camii’ni bulduk (Selimiye dediğime bakmayın, küçük bir mescid işte. Gurbetçimiz özlemini gidermek isteğiyle bu ismi vermiş.) Arkadaşım çay hastası, bense kahvaltı dışında çayı sevmem. Tabii bir haftadır çay gördüğümüz de yok; arkadaş saldırdı çaya... Viyana’da araba ile dolaştırıldık, döner bile yedik.

Berlin’e indiğimizde Cuma sabahıydı. Namaza kadar Zoolojische Garten’da, Kürfurstrasse’de 17 Juni Strasse’de gezdik. Cuma namazını Semerkant Camii’nde kıldık. (Gavur memleketinde cuma namazı farz olmasa da bir araya gelmek için çok iyi bir imkan.) İktisat Yazıları Dergisi’nin kurucusu, şimdi Kızılay genel başkan yardımcısı olan Naci Yorulmaz kardeşim ile buluştuk. Naci Heidelberg’de master yapıyordu o zamanlar. Berlin’e ilk geldiğinde Kreuzberg’e yani küçük İstanbul’a geldiğini hissetmiş, bakmış tüm tabelalar neredeyse Türkçe. Hatta bir ara kulağına bir ses çalınmış: ‘ Domatees, bibeer, patlıcan!’ Naci ‘Ben burda Almancayı zor öğrenirim’ diyerek Berlin’den ayrılmış. Berlin Almanya’nın hakkıyla şehir olabilen şehirlerinden biri belki de en önemlisi. Heidelberg hariç gördüğümüz diğer Alman şehirleri çok kuru, ruhsuz idi.

Daha önümüzde Amsterdam, Zaandam, Brüksel, Brest, Paris, Strazburg, Lion, Montpeller, Marsilya, Nice, Duisburg, Milano ve Venedik var. Fakat bende anlatacak mecal yok! Gezmesi bir yana anlatması bile insanı yoran bu uzun tren yolculuğuna çıkmaya değer.

Uzun bir geceden sonra ertesi gün gezindik şehirde ve gece Amsterdam trenine binecektik. Berlinli arkadaşlarımızla vedalaştık ve sabah olduğunda Amsterdam’da idik. Bu kanal şehirde (böyle demek artık milleti bayıyordur herhalde ama şehir kanallardan müteşekkil bir şehir) elden geldiğince gezindik. Mimarisi ve laleleri hoşuma giden bu şehirde bir kitap pazarı gördük ki uzaktan dedik burası sebze meyve pazarı, mutlaka Türk vardır. Meğerse kitap pazarı imiş! İstanbul’dan yola çıkarken yanıma şair Hüseyin Kerim Ece’nin Amsterdam Akşamları isimli şiir kitabını almıştım. Kendisini Hollanda’da ziyaret edebilirsem kitabını imzalatmış olurum diye düşünmüştüm. Telefonunu Beyan Yayınları’ndan mı almıştım, şimdi hatırlamıyorum. Hüseyin Kerim Ece’nin Rotterdam’a yakın bir şehir olan Zaandam şehrinde yaşadığını öğrendim ve adresini alıp evine gittik. Bizi evinde misafir etti. Güzel bir yayla çorbası ikram etti. Hem ömrüm boyunca hem de bu Avrupa seyahati boyunca iki kişinin ev sahipliğini unutamam. Birisi şair Hüseyin Kerim Ece, diğeri Brüksel’de Tunuslu Hamidi Ağyari Amca. Bu ikisi misafir ağırlamaktan büyük lezzet aldıklarını öyle hissettirmişlerdi ki… O lezzete belki dünyevi lezzetlerden ziyade ibadet lezzeti diyebilirim. Brüksel sokaklarında dolaşıyordum yol arkadaşım Eyüp ile. Buralar bildiğimiz yerler değildi. bize Mescidi tarif etmişti. Namaz çıkışında yemeğe davet etmişti. Misafirine ikramda bulunmaktan bu derece zevk alan başka birini tanımıyorum. Kavun yer gibi mango yedik, Turabi’den bahsedince gözleri ışıdı. Sonra dört yaşındaki torunu Şeyda’yı çağırdı. Şeyda Kur’an’dan birçok sureyi dedesinden dinleye dinleye ezberlemiş. Bize Nebe suresini okudu küçük Şeyma. Öyle tatlı okuyordu ki, duygulandık, gözyaşları içinde iken fotoğraf çekmeyi falan aklımıza getiremedik.

Bazilikanın önünde Faslı gençlerle tanışmıştık. Hepsi içmiş, bulut gibi sarhoşlar. Ayaküstü konuştuk, nereli olduğumuzu sordular, İstanbul deyince içlerinden biri sağ yumruğunu kaldırıp iki kere Allah’u Ekber! diyerek tekbir getirdi. O an aklıma Hakan Albayrak’ın dizeleri gelip dizildi:

“Her şey bir rüzgara bakıyor ağabey

Bakma esrar çekip mayıştıklarına

Bir gün var ya bu mağripli çocuklar

Bir gün yakacaklar Paris’i”

Paris demişken Paris’e de gittik. Gittiğimizde Muhammed Hamidullah Hocayı ziyaret edebilir miyiz acaba diye heves ettik. Çok hastaymış. Kötü bir halde iken devlet bir otele yerleştirmiş. Ardından Amerika’dan birkaç Müslüman gelip tedavi için oraya götürmüşler. Paris’te Hamidullah Hocaya bakılmadığını duyunca utandım. Paris metrosu ve Cezayirli işçiler... Metronun ışıklı parlak atmosferinde artık Kuzey Afrika’nın sömürülen alın terini hissetmek zor. Yeni Kuşak Afrikalıların çoğu olan bitenden habersiz gibi yaşıyor. Yine de orada caddelerde acının yüzlerine en çok yerleştiği insanlar Afrikalılar idi.

Versay’ın bahçesi gerçekten de dünyanın yedi harikasından biri olmayı hak ediyor.

Eyfel Kulesi, üzerinde namaz kılınca kule bir işe yaradı. Marsilya... Başkaları belki bir şey bulmaz bu şehirde ama benim çok hoşuma gitti. Marsilya’da o kadar çok Afrikalı vardı ki neredeyse “Marsilya’da Fransız bulmak zor” desek yanlış olmaz.

Frankfurt, Duisburg, Manheim, Heidelberg, Strazburg, Münih, Köln, Lion, Brest ve Otranto.. Hepsini burada anlatmam mümkün değil

Montpeller, Nice, Milano, Birindisi, Patras üzerinden tekrar dönüş yolu...

Ve yeniden Selanik. Ne olursa olsun Selanik hâlâ bizim. Atina gibi değil Selanik. Kapatılan tüm camilerine rağmen Selanik Osmanlı şehri olduğunu bağır bağır bağırıyor. Bu yolculuğa çıkarken her yer bizim, hiçbir yerin yabancısı değilim diye düşünüyordum ama gördüm ki Selanik daha da bizim imiş.


İnterrail nedir?

Trenle Avrupa’yı dolaşmak demek. Ama nasıl? İstanbul’da aylık akbil ile eski adıyla mavikart ile bir ay boyunca nasıl istediğin otobüse, metroya, tramvaya, vapura biniyorsan işte onun gibi Avrupa’yı seçtiğin ülke grubu üzerinden 1 hafta, 15 gün, 22 gün, 30 gün gezebiliyorsun. Bir kafile ile hareket etmek durumunda değilsin. Hangi gün nereye gideceğini sen belirliyorsun. Sadece bir trenle gezmek durumunda değilsin.

Ne kadar?

* 15 Günlüğü 330 Euro’dan başlıyor. 30 günlüğü 500 Euro dolaylarında. 

* Tek ülke seçeneği de var, 7-8 ülke de gezebilirsiniz. 

* Sizi tüm interailcilerden daha ucuza seyahat ettirecek muhteşem bir söz var: Selamun Aleyküm. Bu güzel kelamla birçok kapı ve fırsat açılıyor.

Nelere dikkat etmeli? 

* Yalnız gitmemeli ama kalabalık da gitmemeli! 

* Namazı kaçırmamalı!

* Harcamalarda lükse kaçmamalı. 

* Yine gitmeden önce hangi şehirde hangi tanıdığınız var, listesini yapmak, onlarla irtibata geçmek 

* Yanınızda tanışacağınız insanlara, çocuklara hediye edebileceğiniz küçük hediyeler mutlaka bulunsun. Takı olabilir, kitap, kitapçık olabilir.

* Pusula ve pratik seccade ve mest olmadan olmaz. 

* Gezdiğiniz yerleri günü gününe yazmayı ihmal etmeyin. 

* Gittiğiniz şehrin camilerini önceden tespit etmeyi ihmal etmeyin. 

* İnsanlarla tanışmaktan çekinmeyin. 

* Gittiğiniz şehirde alim, arif, sanat ehli Müslüman kimler var; onları tesbit edip ziyaret etmeye çalışın. 

* Başka tavsiyeleri internetten de bulursunuz. Geziyi en ucuza getirmenin yolu Müslümanlarla selamlaşmak. Bunu unutmayın.


Hayalimdeki Rota

Başına İslam gelen tüm tamlamalara mesafeli olduğum için İslam ülkeleri arasında bir interrail olsa keşke demeyeceğim ama bir gün bir Darülİslam’ı (“İslam ülkeleri” tamlaması ile “Darülİslam” aynı şey demek asla değildir, bilenler bilmeyenlere ne olur anlatsın bunu) kurabilirsek nereleri kapsayan bir seyahat sistemi uygulardık, bunu da düşünelim. Benim aklıma gelen şu hatlar:

Evlad-ı Fatihan Balkan şehirleri hattı: Saraybosna, Mostar, Prizren, Kalkandelen, Ohri, Üsküp, Filibe, Sofya, Varna, Gümülcine, Belgrad

Evliya Çelebi Şehirleri Karadeniz Çevresi Hattı: Batum, Tiflis, Soçi, Akmescid, Bahçesaray, Sivastopol, Odessa, Köstence, Burgaz

İbn Battuta Kuzey Afrika Hattı: Endülüs, Merakeş, Fas, Rabat, Cezayir, Tunus, Keyravan, Trablus, Bingazi, İskenderiye, Kahire, Hadramevt, Mekke, Medine, Kahire, İskenderiye, Kudüs, Gazze, Ramallah, El Halil, Şam, Halep, Beyrut, Bağdat

Selçuklu Babür Hattı: Tebriz, Kaşan, Kum, Şiraz, İsfahan, Kabil, Lahor, Agra, Peşaver, İslamabad, Ahmedabad, Semerkand, Buhara, Taşkent, Hoton, Turfan, Urumçi, Beşbalık, Hanbalık

Malay Hint Gemi Hattı: Colombo, Candy, Dakka, Şitagong, Banda Açe, Kuala Lumpur, Brunei, Malezya, Endonezya, Moro

Eksikleri siz tamamlarsınız değerli okurlar…


Asım Gültekin'ın Yazısı.