Yunus Emre Tozal

Ey kapılar açıcı Rabbim, bizlere hayır kapılarını aç…

Sonbahar ve kış mevsimlerinin en güzel yanlarından biri de akşam erkenden yatakhanelerimize gidip uzun uzadıya yaptığımız sohbetlerdi. Çikolata satan arkadaşlardan veresiye defterine not alan gofretçilere, iki pötibör bisküvi arasına lokum sıkıştırıp “Halley’den daha güzel, isteyen var mı?” diye sorandan tutun da izin dönüşü sakız dağıtana renkli arkadaşlıkların olduğu, muhtemelen unutulmayacak anıların arasına yerleşeceği zamanlardı.

Bir defasında akşam yatakhanede ışıkların söndürüleceği bir anda Selim, ışıkları kapatmaya gelen Orhan Hocaya “Hocam, dualarımızın kabul olması için nasıl dua etmeliyiz?” diye bir soru sordu. Orhan Hoca bazen sorularla uyku saatini de geciktirdiğimizin farkında olacak ki, gülümseyerek “Dua ibadetin kendisidir. Nasıl yapılması gerektiğine yarın ikindi namazından sonra mescitte yapacağımız sohbette genişçe değineyim olur mu” deyip Selim’in gönlünü aldı, ardından da bizlere çok güzel dualar ederek ışıkları söndürdü. Nasıl dua edilmesi gerektiği hakkında sorulan bu basit soru, ilk söylendiği anda dikkatimi çekmese de, sonradan düşününce beni çok heyecanlandırmıştı. O gece yarını iple çektiğim gecelerden biri olmuştu. Dünyada gerçekleşmesini istediğimiz bir şeyi Allah’tan nasıl istememiz gerektiğini anlatacaktı Orhan Hoca, bir sır verecekti görünüşe bakılırsa. Orhan Hoca’nın dua ibadetin kendisidir sözünü düşündükçe, duanın çok kıymetli bir ibadet olması gerektiğine dair tefekkür ediyor, acaba Peygamber efendimiz nasıl dua ediyordu diye de kendi kendime sorular soruyordum. Dua, Orhan Hoca’nın dediği gibi belki de ibadetlerin en başında idi, çünkü her namaz sonrası dua ediyor, Allah’ın isimlerini söylüyor ve tesbihat yapıyorduk.

Ertesi gün hafızlığa başlamadan önce Diyanet’in tüm kurslara öğrenciler için işlenmesini tavsiye ettiği bir kitap olan “Temel Dini Bilgiler” kitabından İbadet başlığını okumaya başladım. “İtikad, İbadet, Ahlak, Siyer” alt başlığıyla Seyfettin Yazıcı’nın kaleme aldığı bu kitap, anne ve babasından ya da çevresinden değil de İslam’ı ilk defa kendi başına okumaya ve anlamaya çalışan bir genç için rehber bir kitaptı. Orhan Hoca, derslerinde bu kitaptan önce bir bölüm okutturur, ardından konu üzerinde sohbet eder, bizler de sorular sorarak gündelik hayatımızda kendi aramızda yaptığımız tartışmaları hocaya iletirdik. Kitapta dua ile ilgili bölümde Furkan suresinin son ayetini görünce şaşkınlığım arttı: “Duanız olmasa Rabbim size ne kıymet verir?” İkindi namazını kılıp sohbet başladığında kalemimi ve not defterimi hazırlamış Orhan Hocayı dinlemeye başlamıştım:

- “Sevgili arkadaşlar beni can kulağıyla dinlemenizi istiyorum. Dua etmek, kulluğumuzun tüm sırlarını içinde taşır. Dua etmek, Allah’tan ne istediğimizin farkında olmak demektir ve isterken de “hayırlı” olanı üslubunca, edepli olarak istemek gerekir. Duayı kavli dua ve fiili dua olarak iki kısma ayırabiliriz. Öncelikle fiili duayı iyi anlamak gerekiyor. Fiili dua, kısaca Allah’ın kâinatta koymuş olduğu sebeplere müracaat etmektir. Örneğin zengin olmak için çalışmak fiili bir duadır. Topraktan mahsul almak için tarlayı sürmek, sulamak, tohumlamak, ekip biçmek fiili bir duadır... Şartları ve sebepleri yerine getirilir ise, fiili dua da ekseri olarak makbuldür. Yalnız bu duayı yapmakla netice yüzde yüz gelmez. Bazen sebepleri eksiksiz yerine getiririz ve netice hâsıl olmayabilir. Tarlayı sürdüğün halde, tohumları ekmene rağmen tohumlar çeşitli sebeplerden ötürü yeşermeyebilir değil mi? İşte kavli dua da burada devreye girer. Tarlayı sürüp kendi üzerine düşeni yaparsın, Allah’a yaptığın bu işin hayırlısıyla sonuçlanması için dua edersin. Bu yüzden hem sebepleri yerine getirmeyi yani fiili duayı hem de netice için dua etmeyi yani kavli duayı ihmal etmemek gerekir. Sınavı kazanmak için ders çalışmak şarttır ama yetmeyebilir, ders çalışırsın ama kazanamayabilirsin. Bunun için kavli dua da gereklidir.”

Dua etmeyi “üzerimize düşeni sonuna kadar yapıp sonra da Allah’tan “hayırlı” olanı istemek” olarak not etmiştim. Orhan Hoca anlatmaya devam ediyordu: “Arkadaşlar, dua etmek, alnı açık, kalbi temiz, fikri doğru olmaktan şaşmamayı istemektir. Kusurlarını kapatmaya, yanlışlarını düzeltmeye talip olmaktır. Nasıl dua etmemiz gerektiğini Kur’an bize öğretiyor. Kur’an’da geçen dua ayetlerini burada sabah namazından sonra okuyoruz hep beraber, işte o ayetlerde peygamberlerin duaları var. Hz. Adem’den Hz. Nuh’a, Hz. Lut’tan Hz. İbrahim’e, birçok peygamberin ve özellikle bizim peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) duaları bizler için en büyük örnektir. Sebebin Allah’a bağlı olduğunu bilip, onu dua ile Allah’a ulaştırmamız gerekir. Bir şeye başlarken, bitirirken dua etmek bu anlamda her şeyin Allah’tan geldiğinin bilincinde olmaktır. O yüzden asıl mesele duayı bir ihtiyaç olarak hissetmektir. Dil tercüman olamasa bile Allah sizin kalplerinizde bulunanları görüyor çünkü. Unutmayalım, kalp ve amel arasında bir uyum varsa dua kabul olunur. Allah sizin dualarınıza bakar, kalp Allah’a teveccüh etmiş mi bu çok önemli... Bir sayıyı tamamlama üzerine acele acele istiğfar çekilince yapacağımız duayı tam manasıyla yapmış olur muyuz? Elbette bunun belli bir sevabı vardır ama duadan beklenen netice böyle gafilce sayıya bağlı değildir. Kalben istemeniz dil ile de ikrar etmeniz gerekmektedir. Kalp ve amel arasında bir uyum varsa tamamdır. Kalpta yöneliş var, dil ona tercüman olamıyorsa sıkıntı yok, Allah sizin kalplerinizde olanı biliyor ama dilde zikir var da kalpte yöneliş yoksa problem var demektir. Asıl mesele kalbimiz nerede? Kalp gerçekten Allah’a teveccüh etmiş mi?”

Orhan Hoca Allah’tan kalben bir şeyi istemenin büyük bir erdem olduğunu anlatmıştı. Dua yapılırken Allah’tan istenecek şeyin gerçekleşmesi için değil, kendimiz için hayırlısıyla gerçekleşmesini istememiz gerektiğinin altını çizmişti. Notlarımı toparlarken Selim’le göz göze geldik, cevabını almış gibiydi, gülümsüyordu.


GENÇ'ın Yazısı.