Derlerdi ki, giderken, “Ya Rabbi! Bu meclisin en günahkârı benim... Benim günahlarım yüzünden arkadaşlarımı istifadeden mahrum bırakma. Onların sevaplarından da beni ziyadesiyle faydalandır...” diye tefekkür edilmeli.

Öyle gidilirdi. Taze boy abdestli, genellikle uzun kollu, beyaz gömlek, cepte beyaz takke, ayakta şalvar yahut bol, kumaş bir pantolon, mümkünse açık renk bir çorapla...

Dönüşte, caddede kaldırımın, sokakta yolun daha bir sağından yürünürdü. Sanki kalbi sıvazlayan tortular atılmış, ayakkabılar yere değmiyor gibi adımlarla dönülürdü eve.

Öyleydi... Misafirler gelmeden önce ev-oda havalandırılır, silinir-süpürülür, ola ki içinde televizyon varsa, üzerine bir örtü örtülürdü.

Yere, gelecek kişi sayısı kadar, halka şeklinde minder konurdu. Minderlerden birinin önünde bir rahle olur, rahlenin üzerinde genellikle gül ya da hafif kokulu bir esans, altındaysa unutanlar için 2-3 takke bulunurdu.

Ev sahibi gelenleri kapıda karşılar, usulca selâm verip içeri giren, edeplice minderlerden birine diz çöker oturur ve sükût ile beklerdi. Eller dizlerin üzerinde, dizler de birbirleriyle yan yana, temas hâlinde olurdu.

Rahleli mindere oturan okuyucu, halaka tamamlanınca, göz işâretiyle Kur’an’ı güzel okuyan bir kişiden aşr-ı şerif istirham eder, o da sesini ortamın sessizliğine ayak uyduracak ama duyulabilecek bir tonda kullanarak, Kelâmullah’tan âyetler okur, El-Fâtihâ’yı okuyucuya bırakırdı.

Bağışlamanın ardından, okuyucu, satırları, cümleleri duyulur, anlaşılır bir ritimde okur, kimi mevzularda duygulanmalar olurdu. Hatta öyle ki, özellikle geçmiş zamanda Müslümanların çektiği sıkıntılar, Rasulullah’a muhabbet, cehennem azâbı gibi konularda, hem okuyucunun hem de dinleyenlerin dudaklarını ısıra ısıra, gözlerini ve burunlarını mendilleriyle sile sile ağladıkları olurdu.

Sohbetin bitiminde yine Kur’an okunur, El-Fâtihâ ile tamamlanan program, gözlerin kapatılıp sükût üzere dalınan 2-3 dakikalık tefekkür ile son bulurdu.

Ev sahibinin çay ve yanında mütevazi, tek çeşit bir ikramı kabul edilir; çayın şekeri karıştırılırken ses çıkmasın diye kaşık bardağa temas ettirilmez, okuyucunun bardağındaki çay bitmeden, kimse, hürmeten, çayının son yudumunu içmezdi. Yine hiç kimse, ev sâhibi usulen teklif etse de ikinci bir çayı istemezdi.

Herkesin birbiriyle, birbirlerinin gözlerine de bakarak musâfaha yapmasıyla, başından sonuna kadar tek bir dünya kelâmı konuşulmadan biten bu mübarek buluşma sonrası, birer-ikişer dakika ara ile herkes usulca meclisten ayrılırdı.

Bu insanlar, hep güzelleşen, gün be gün mübarekleşen zatlardı. Kimisi okumuş, kimisi tüccar, kimisi emekli, öğrenci ve saire... Varsa ham olanlar, olgunların yanında edebe riayet ettikçe git gide güzelleşirlerdi.

Çünkü aşkı kuşanmış, muhabbeti giyinmiş, samimiyet ve teslimiyeti ceplerine doldurmuş olarak bu meclislere geliyor ve okunanları kalpleriyle dinlemeye çalışıyorlardı.

Bu ortama, okunan yalnızca kendisine okunuyormuş, söylenen sâdece kendisini ilgilendiriyormuşçasına, âdeta gönüllerini okşatmaya, nefislerini terbiye ettirmeye geliyorlardı.

Şimdilerde yok mu böyle gruplar, ortamlar. Var, elbette var. Çoğu, geniş salonlarda, rahat koltuklarda oturularak icra edilen sohbetler oldu artık. Onların içinde de “edeple gelen, lütufla gider”i bilenler için hikmetten deryalar var, yok değil.

Ama geçmişte kalan neredeyse her şeyi özlediğimiz gibi, buna dair özlem heybemiz de hızla doluyor maalesef.


Halit Yasir Özoğul'ın Yazısı.