Kadir Bekâr

En güzel kelimeleri onun şiirlerinde bulduk. Şimdi de vefâtının derin hüznünü yaşıyoruz. Bahaettin Karakoç’la 7 yıl önceki o tatlı buluşmayı dün gibi hatırlıyorum. İyi insanların yeryüzünden ayrılışının elemi, kalbimizin yerini bulmamızı sağlıyor her seferinde.

Soğuk bir Mart günü 1930’da Elbistan’da bir çocuk dünyaya geldi. Babasının adı Ümmet’ti. Ümmet’in oğluydu. “Ümmet Karakoç’un oğluyum ve bunun üzerinde özellikle duruyorum. Benim babam sadece biyolojik bir olgu değildir, fikir ve sanat bakımından vücudumun uzuvlarında, genlerimde yazılı ne varsa gün ışığına çıkmasına sebeptir” derdi.

2011’in Eylül ayında tanışmak nasip olmuştu. Mustafa Kaman ağabeyin düğününden bir gün önce. Diri bir şekilde bakıyor, duru bir şekilde konuşuyordu. O vakitler şiire daha fazla merakım vardı. Sonra gerçeğin romanını gözlemledikçe, asıl şiirin temiz bir hayat sürmek olduğunu fark ettim. Örnek bir yaşantısı vardı. Şiirleri hep öteliydi. Bir şiirinde şöyle diyordu, “Rahman ve Rahim olan adına sığınarak/Açtım iki elimi, kor gibi iki yaprak/Bir edep ölçeğinde umutlu ve utangaç/İşte Dünya önünde, benim ruhum sana aç.”

1942’de taze bir heyecanla ilk şiirini Yurt Gazetesi’nde yayımlandı. 1960’a kadar yazdığı hiçbir şiirine kitaplarında yer vermedi. 1973’te yayımlanan Seyran isimli kitabı ile gönüllere kanat açmaya başladı. 1986’da çıkarmaya başladığı Dolunay Dergisi’ni 37 sayı çıkardıktan sonra ekonomik zorluklardan ötürü kapatmak zorunda kaldı.

Yazılarında ve şiirlerinde kendine özgü bir tını vardı. Kendine has yazardı. Kendi hatıralarını yazardı. Yaşamadığı acıyı kaleme almazdı. Yazarken de her duyguyu yeniden yaşardı. Okuyanlar işte bu yüzden onu çok seviyordu. Gönülden yazıyor, gönüllere dokunuyor, gönülleri dokuyordu. “Nereye gidersen git, heybene gönül doldur/Bir kovan parçalama bir parmak bala/Yontuldukça yer kapla ve her zaman güzel kal/Temiz ol, fazlanı at, eksiğini tamamla/Azıksız çıkma yola.”

Ona göre şiir, kalbin bir zikir aracıydı. Ona göre şiir, trajik bir iç yangını, aşkın sıcak kanatları arasında doğan bir kutsanmış sözler armonisi ve dört kelimeyle özetleyecek olursak, evrensel bir dua biçimiydi. Ona göre şiir, mutlak gerçeğe, mutlak güzele yönelmenin dillenişi ve kalbin dirilişiydi.

Şiirde biçimi bir enstrümana benzetir, bunu da sesin belirleyeceğine özellikle vurgu yapardı. Şiiri şöyle tarif ederdi, “yarar yönünden ister meyve versin, ister gölge… İster yaş olsun, ister kuru… İster bir tenhada dikili dursun, ister bir eşya olarak evimizin bir köşesinde otursun ağaç hep aynı ağaçtır. Muhakkak bir yerde bir ihtiyacımızı karşılar. Sağlam bir etik, ilkeli bir estetik ve helal ölçekli bir yarar sarmalında şiir de tıpkı bir ağaç gibidir.”

Yaklaşık 70 yıl süren bir şiir yolculuğunu, kendi ifadesi ile bir kelime avcısı olarak geçirdi. En güzel hikâyelere onun yazılarında denk geldik. En güzel kelimeleri onun şiirlerinde bulduk. Şimdi de vefâtının derin hüznünü yaşıyoruz. 7 yıl önceki o tatlı buluşmayı dün gibi hatırlıyorum. İyi insanların yeryüzünden ayrılışının elemi, kalbimizin yerini bulmamızı sağlıyor her seferinde.

O, şiirin Dede Korkut’u idi. O, şiirin Beyaz Kartal’ı idi. Ancak bir kartaldan böyle sözler çıkabilirdi zaten. Beyaz dilekçesi kayda geçti. Aşk mektubu sahibine ulaştı. Ihlamurların çiçek açtığı zaman geldi. Acelesi vardı. Azığını yüklenip yola çıktı. Bir beyaz kartal uçtu. Gayrısını anlarım ama anlatamam…


GENÇ'ın Yazısı.