Dilimizden çıkan sloganlar ne olursa olsun, hayat boşluk kabul etmiyor. Makul alternatifi oluşturulmadan bir şeyin kuru kuruya yasaklanmasını, fıtrat benimsemiyor. İnsanın şuuraltı, boykotu ancak, gidilebilecek açık bir istikamet olduğunda makbul görüyor. Bu nedenle, dil ne derse desin, insanın ve hayatın tabiatı, başka şeyler söylüyor.

İslâm’ın yaklaşık 23 yıl devam eden tebliğ sürecinde “emir ve yasakların kronolojisi”ni çıkaracak olsak, karşılaşacağımız manzara şöyle:

Namaz, daha ilk günden emredilmiş. Abdeste benzer bir temizlik şartı konmuş olsa da, abdest ayeti Medine’de nâzil olacağından, bildiğimiz anlamda ayrıntılı bir abdest emri de yok.

Sıkıntı, kovuşturma, aşağılama, işkence ve türlü imtihanla geçen 13 yıllık Mekke dönemi boyunca, namazdan başka ibadet yok. Hz. Peygamber önderliğindeki Müslüman cemaat, bir yandan Kur’ân ayetleriyle geçmiş ümmetlerin başına gelenleri tezekkür ve tefekkür ederken, diğer yandan da sadece namazla meşgul. Farzların yanına, yavaş yavaş nafileler de konmuş. Özellikle geceleri, tabir-i caizse tam bir “namaz şöleni” var. Namazla Kur’ân’ın tadına varan Müslümanlar, tevhid şuurunu, Allah’a teslimiyeti, zamanı O’nun için taksim ve tasnif etmeyi, iç disiplini ve kalp eğitimini namazla sağlamışlardır.

Ve nihayet hicret… Medine-i Münevvere’de özgür bir hayata başlayan Müslümanlar için, bu yeni dönem aynı zamanda yeni sorumluluklar anlamına da geliyor:

İlk emir, Hz. Peygamber daha Medine’ye girmeden, Kubâ köyünü geçer geçmez geliyor: Cuma namazı. Bu, artık korkusuzca bir arada toplanabilme imkânının başlangıcına da işaret aynı zamanda. Cuma namazını ramazan orucunun ve zekâtın farz kılınması, içkinin yasaklanması, Müslüman hanımlara tesettürün ve başörtüsünün emredilmesi izliyor. Aradaki diğer emir ve yasakların ardından, İslâm’ın son büyük düzenlemesi faiz yasağı. Elimizdeki kaynaklar, faizin kesin bir şekilde yasaklandığı ayetlerin nüzulünden sonra, Hz. Peygamber’in irtihalinin de gerçekleştiğini ifade ediyor.

Rabbimizin tüm bu emir ve yasakları bildiriş sıralamasındaki hikmeti kavramaya çalıştığımızda, şunu görüyoruz:

Müslüman, ilk önce kalbini dosdoğru hale getirmeli. Namaz, bu yolda en büyük yardımcı. Namaz bilinci tam olarak oturmadan, diğer sorumluluklara geçilmiyor. Namaz bireysel olarak yerleştiğinde, toplumsal olarak da gündemi belirlemeye başlıyor. Cuma namazı bunun için. Ardından oruç ve zekât gibi yine Müslümanlar arasında bireyden topluma sirayet eden ibadetlere sıra geliyor.

Namaz, oruç ve zekâtı gönülden ve disiplinli bir şekilde uygulayan Müslümanlar için, artık içkiyi bırakmak da kolaydır, tesettürü bütün derinliğiyle uygulamak da. Çünkü öncesinde geçen yaklaşık 15-16 yıllık bir sürede, Müslümanların kalpleri de bedenleri de tamamen Allah’a itaat eder hale gelmiştir. İçkinin dört aşama halinde ve yaklaşık 15 yıllık bir sürede nihaî yasak seviyesine ulaşmış olması, Allah’ın, Müslümanların yasağı derin bir şuurla ve kalpten kavramasını murat etmesiyle ilgilidir. Aynı şekilde, yıllar boyunca kendilerine tesettür emredilmeden diğer ibadetlere sımsıkı sarılan Müslümanlar hanımlara, nihayet şu söylenmiştir: “Her şeyiniz tamam oldu. Haydi, başlarınızı da örtüverin artık. Böylece, son kalan rötuş da tamamlanmış olacak.” İşte bunun içindir ki, içki yasaklandığında Medine sokaklarında şaraplar su gibi akmış, Müslüman hanımlar, örtü emrini duyar duymaz elbiselerinden kestikleri parçalarla başlarındaki açık kısımları örtüvermişlerdir. Coşkuyla, samimiyetle, şuurla.

Tüm bu süreçler, bize, insan eğitiminde tedricilik prensibini ve insanın derinlemesine değişmesi için zamana ihtiyaç olduğunu gösteren örneklerdir. İslâm’ın insanda ve toplumda meydana getirdiği “inkılab”ın da sırrı buradadır. Gönüllülük, istikrar ve süreklilik esastır.

• • •

Bireyi ve toplumu dönüştürürken işi zamana yayan, fıtrat ve meşreplere dönüşüm için zaman tanıyan İslâm’ın toplumsal alandaki bir diğer prensibi, hayatın her alanında alternatifler oluşturmak ve değişimi bu alternatifleri göstererek yapmaktır.

Zinayı yasaklar İslâm, evliliği teşvik eder. Faizi yasaklar, helâl alışverişi teşvik eder. Gayrimeşru eğlenceleri yasaklar, mubah olanlara yönlendirir. Toplumdaki adet, gelenek, görenek, kılık-kıyafet vs. konusunda da İslâm’ın bakışı aynıdır: Haram olmayan şeylerin benimsenmesinde ve sürdürülmesinde bir mahzur yoktur. Hz. Peygamber, içinde yetiştiği toplumsal normların haram ve gayrimeşru yanlarını atmış, hataları düzeltmiş, doğruları ise benimsemekte beis görmemiştir.

İslâm, insan fıtratına savaş açan ve insanı hayat karşısında köşeye sıkıştırmaya çalışan bir din değildir. Müslüman, Kur’ân ve Sünnet’te kendisine çizilen ilahî yönerge gereği, temel emir ve yasaklarla çelişen her şeyden vazgeçmekle sorumlu olduğu gibi, kendi ihtiyarına bırakılan diğer şeyler konusunda tam bir özgürlüğe ve seçme hakkına sahiptir.

• • •

Bireyi ve toplumu tedricen ve gönüllülük esasına göre şekillendirip olgunlaştıran, alternatifler göstererek onu hayata karşı donanımlı kılan ve insan fıtratını yok saymayan İslâm, kıyamete kadar yaşayacak olan bütün Müslüman toplumlara, “Değişim nasıl ve ne şekilde olur?” sorusunun da cevabını vermiştir:

Sabahtan akşama değişim olamayacağı gibi, helal alternatifi geliştirilmeyen ve insan fıtratına gideceği yolun gösterilmediği yasaklara riayet de mümkün değildir. Bu, Allah’ın Kur’ân ve Sünnet yoluyla bize öğrettiği muazzam bir hakikattir.

* * *

Tam bu noktada, lafı hızlıca günümüze getirerek, soralım: “Şu boykot işini bir türlü neden beceremiyoruz?” Düşmanlarımızın bize saldırılarını yoğunlaştırdığı zamanlarda özellikle gündeme gelen, ama gündemde ancak birkaç gün kalabilen boykot hadisesi, neden bir türlü istikrar ve disipline kavuşamıyor bizde? Niye öfkelerimiz ve kızgınlıklarımız, kısa bir zaman içinde sönüp pörsüyor? Samimiyetimizde bir sorun olmadığına göre, uygulamada neden fiyasko yaşıyoruz?

Cevap şurada:

Dilimizden çıkan sloganlar ne olursa olsun, hayat boşluk kabul etmiyor. Makul alternatifi oluşturulmadan bir şeyin kuru kuruya yasaklanmasını, fıtrat benimsemiyor. İnsanın şuuraltı, boykotu ancak, gidilebilecek açık bir istikamet olduğunda makbul görüyor. Bu nedenle, dil ne derse desin, insanın ve hayatın tabiatı, başka şeyler söylüyor.

Düşmanı en esaslı biçimde boykot etme şekli şudur:

Önce Müslümanlığımızda derinleşmek. Sonra, bize üstün geldikleri hangi saha varsa, oralara odaklanıp uzunlu soluklu bir plan dâhilinde ve sabırla çalışmaya koyulmak.

“Ama çok sürer bu!” mu diyorsunuz? Doğru, fakat onlar da bulundukları seviyeye bir günde, sabahtan akşama gelmediler. Onların bâtıl davaları için gösterdiği dünyevî gayreti göstermeye yanaşmadan, birkaç kampanyayla düşmanı dize getirebileceğimizi zannediyorsak, hem tarihi hiç bilmiyoruz hem de daha yiyeceğimiz çok dayak var demektir.


Taha Kılınç'ın Yazısı.