El Hamra Sarayı`nı Seyrederken...
Sierra Nevada Dağları’nın eteklerine kurulmuş olan El Hamra Sarayı tüm Gırnata’yı aydınlatırken bir kez daha tarihin bize bir şeyler anlatmak istediğini, bir mesaj vermek istediğini hissettim.
Gırnata’nın Müslümanlardan kalma eski mahallesi El Bayzın’ın yokuşlarını tırmanıp Bakış Tepesi’ne çıktığımda El Hamra Sarayı önce gözüme gecenin karanlığında gökyüzünde alev alev yanan bir meşale gibi göründü. Gece iyice örtüsüne bürünmüştü ve El Hamra’nın duvarları ışıl ışıl yanıyordu. Kısa bir zaman sonra Bakış Tepesi’ndeki gitarcının parmaklarından dökülen nameler de yazın son günlerinin yaşandığı bu güzel geceye eşlik etmeye başladı. Kalbim belki de uzun zamandır bu denli canlanmamıştı. Yavaş yavaş karşımda bir şiir olduğu duygusunu yaşamaya başladım. El Hamra Sarayı’na baktıkça gözlerim kamaşıyor, kendimi bu güzel şiirin kollarına bırakmak istiyordum. “İşte” dedim kendi kendime, “Bu benim tarihim.” İnnallaha cemiylün, yuhibbulcemalü -Allah güzeldir, güzeli sever- hadisinin taşa, toprağa işlendiği bir tarih... Müslüman olmanın insanın içini ve dışını, tüm yeryüzünü güzelleştirmekle eş tutulduğu günlerden kalma bir tarih... İnceliğin, zerafetin, nezaketin, letafetin destanının yazıldığı bir hayat tarzının, bir medeniyetin tarihi…
İslam Medeniyetinin Gözdesi
Altı gündür İspanya’daydım ve ülkenin güneyindeki Endülüs şehirlerini dolaşmaya başladıktan sonra kendimi adeta bir estetik şöleninin içinde bulmuştum. Tuleytula’da, Kurtuba ve İşbilya’daki eserlerin tadına doyamadan şimdi karşıma El Hamra Sarayı gibi bir sanat ve mimari harikası çıkmıştı. İslam medeniyetinin gözdelerinden biri olan bu saray, Müslüman mimar ve sanatçıların bir ismi de Cemiyl -güzel- olan Allah’a ulaşma çabalarının taşa yansımış haliydi. Sierra Nevada Dağları’nın eteklerine kurulmuş olan El Hamra Sarayı tüm Gırnata’yı aydınlatırken bir kez daha tarihin bize bir mesaj vermek istediğini hissettim. Zaten bir haftadır Endülüs’ün sokaklarında hep bu mesajın peşinden koşmuyor muydum? Tuleytula’nın o güzelim avlulu ve çiçekli evleri, muhteşem Kurtuba Camii, İşbilya’daki bugün çanların asılı olduğu minareler sanki bu mesajın birer işareti gibiydiler. El Hamra Sarayı’nı gördüğümde işaretlere iyice yaklaştığımı, peşinde olduğum soruların yavaş yavaş cevap bulduğunu farkettim. Kalbim ve zihnim artık mutmain olmaya, huzur bulmaya başlamıştı. Endülüs sanki tarihte bir kez olmuş olan bugün de olabilir, İslam medeniyeti yeniden küllerinden doğabilir demek istiyordu.
Endülüs Sadece Bir Geçmiş Değil
Sokaklarını adımlamaya başlar başlamaz bir süreliğine bırakıp da sonra geri döndüğüm bir yer gibi hissetmiştim Endülüs’ü… O kadar tanıdık, o kadar bizdendi. Günler geçip yolculuğumuzun son durağı olan Gırnata’ya ulaşınca Endülüs’ün bir rüya olduğu kadar aynı zamanda bir bilinç olduğunu da daha iyi anlamıştım. Endülüs salt tarihin bir bölümüne hapsedilmiş açık hava müzesi değildi. Ali er Raci “Hiçbir ölünün ardından Endülüs’ün ardından ağlandığı kadar ağlanmadı. Hiçbir mezar taşı Endülüs’ün mezar taşı kadar ıslanmadı” derken haklı olsa da ben Endülüs’ün şehirlerinde geleceğimizi arıyordum. Gelecek ise sırf geçmişe ağıt yakarak, geçmişi bir nostalji haline getirerek inşa edilemezdi. Ayrıca Endülüs bize bir şeyler anlatmak, sanki dile gelmek istiyordu. Endülüs’ün şehirlerinde; gezdiğim hiçbir şehirde duymadığım bir sabırsızlık, bir dile gelme arzusu hissediyordum. Çünkü buradaki her sokak, her köşe başı, her köprü, her mabed, her mahalle bağrında bir hikâye taşıyordu.
Medeniyet Demek Bir Ahenk Demektir
Medeniyet demenin bir ahenk olduğunu Endülüs’de bir kez daha fark ediyordum. Tuleytula, Kurtuba, İşbilya ve Gırnata gibi Endülüs şehirleri arasında bir bağ, bir ahenk olsa da aynı şekilde Endülüs’le İstanbul, Bağdat, Şam, İsfahan, Kahire, Saraybosna arasında da ortak bir ruh ve ahenk vardı. Önce bir his olarak içime düşen bu ahenk günler geçip parçaları birleştirdikçe zihnimde şekle büründü. Bizler; Türkler, Kürtler, Araplar, Boşnaklar, Arnavutlar, İspanyol Müslümanlar her şeyden önce İslam medeniyetinin çocuklarıydık. Bir ırkın dar sınırları içinde düşünüp hissetmek gözümde bir kez daha basitleşirken; Afrika’dan Asya’ya, Anadolu’dan Avrupa’ya, Balkanlardan Kafkaslara kadar uzanan bir medeniyetine ait olmak, İslam toplumları arasındaki ortak bağı fark etmek içimde bir başka heyecan dalgası oluşturuyordu. Endülüs demek aynı zamanda geniş bir ufuk demekti. Müslüman’ın kendisini asla dar ırk veya coğrafya kalıpları içine hapsedemeyeceğinin bir ihtarıydı Endülüs… El Hamra Sarayı’nı seyretmeye devam ederken köklerinden alacağı suyla yeniden canlanmayı bekleyen muhteşem bir medeniyete mensup olmanın özgüveni tüm zihnimi sarıyor, içim umutla doluyordu.
Bir İman Destanı
Endülüs’deki son gecemizde Bakış Tepesi’nden El Hamra Sarayı’nı seyrederken bir kez daha imanın insan için ne büyük bir imkân olduğunu da düşünüyordum. İster cami olsun ister katedral veya havra yeryüzündeki tüm muhteşem sanat eserlerinin temelinde mutlaka iman vardı. Dünyanın farklı şehirlerini gezerken buna defalarca kez şahit olmuştum ve artık iyice kızıla dönüşen El Hamra Sarayı bana imandan mahrum olan bir dünyanın nasıl bir güzellikten mahrum olacağını da anlatıyordu. İmanın yeryüzünü aydınlattığı, İslam medeniyetinin ışıl ışıl parladığı dönemlerdeki dünyayla; imanla bilimin bağının kesildiği, daha çok tüketmenin tek gaye haline geldiği dünya arasındaki farkı artık net bir şekilde görebiliyordum. İman yeryüzünün ruhuydu. Bu ruh yeryüzünden çekildiği günden beri de ne şehirlerimizin şehre, ne binalarımızın binaya, ne de hayatlarımızın hayata benzer bir tarafı kalmıştı. Endülüs benim için bir destandı. Baştan sona imanın ışığıyla aydınlanan bir akıl ve hikmet, bilim ve düşünce, sanat ve mimari destanıydı. Peki bu destan nasıl başlamış, nasıl zirveye çıkmış ve neler olmuştu da Beni Ahmer Devleti’nin son Sultanı Ebu Abdullah’ın gözyaşları eşliğinde medeniyetimizin incilerinden bir inci olan güzelim Endülüs düşmüştü?
Adem Özköse'ın Yazısı.