“Adalet” isteğinizi iki yüzlü buluyoruz. Sizin haklarınız söz konusu olduğunda çıngar çıkarıyor, avazınız çıktığı kadar bağırıyor, “bu ülkede yaşanmaz” naraları atıyor, adaletin herkes için olması gerektiğini söylüyorsunuz; ancak on yıllar önce, sadece okumak, öğrenmek ve kendini yetiştirmek için üniversiteye gelmiş insanlara yapılan zulümler karşısında, üç maymunu oynadığınızı daha dün gibi hatırlıyoruz.

Boykot, yabancı menşeli ürünleri tercih etmemekten çok daha fazlasıdır. Fast foodla, kolayla, pizzayla, jeanle, sweatle aynı zamanda bir kültür ve yaşam tarzı ithal ediyoruz. Bu nedenle biz boykot uygulamaya, egemen olduğunu düşünen güçlerin ve onların yerli hayranlarının adeta gözümüze soktuğu, zorla bize dayattığı ve sosyal genlerimizi tahrif eden hayat tarzını reddederek başlıyoruz. Hayatı yeme-içme zevkinden ibaret gören ve nefsin uydusu olmayı salık veren haz çağıyla aramıza mesafe koyuyoruz. Hep daha fazlasını elde etmemiz gerektiğini, bunu başarmak için de hiç durmadan hatta bir an bile soluklanmadan “koşturmamız” gerektiğini emreden hız çağına direniyoruz.

Siz; kalbi öğüten bu vahşi sömürü düzeninin mümessilleri! En başta sizin hayatı yaşama, meseleleri algılama ve olayları yorumlama biçimlerinizi boykot ediyoruz. “Mutlu olmanın formülü” olarak sunduğunuz vaatlere kanmıyoruz. “Her an iyi hissetmelisin, her an mutlu olmalısın, hüznü hayatından kovmalısın” biçimindeki nasihatlerinize sırtımızı dönüyoruz. Leblebi yer gibi prozac atıştırmanıza üzülüyor, neşeli hissetme yöntemi olarak “hissizleşmeyi” seçmenizi garipsiyor, gittikçe büyüyen içinizdeki karadeliğin bir gün sizi yutmasından endişe ediyoruz.

Kullandığınız bazı kelimeleri de boykot ediyoruz. Plaza diliyle konuşunca daha entel olduğunuzu düşünmüyoruz. Deadline yerine biz hâlâ “son tarih ne zaman” demekten vazgeçmiyoruz. Çünkü kelimelerin, harflerin yan yana dizilmesinden ibaret olmadığını ve her kelimenin, aslında bir kültürel hafıza olduğunu biliyoruz. Bu yönüyle idrakimize giydirilmeye çalışılan izmleri de reddediyor ve bizim için kurgulanmış/tasarlanmış deli gömleklerini yırtıyoruz. İdari, ahlaki ve eğitim alanındaki çürümenin, ilk olarak kelimeler yoluyla başlatıldığını unutmuyoruz. O nedenle kullandığımız kavramlara ve seçtiğimiz kelimelere, bir kuyumcu hassasiyetiyle özen gösteriyoruz.

“İnsan hakları” söyleminizi samimi görmüyoruz. “İnsanlar eşittir ve siyah-beyaz ayrımı yoktur. Bundan sonra tüm insanlar yeşildir ama koyu yeşiller arkaya, açık yeşiller öne geçsin” nüktesinde olduğu gibi, yalnızca sizin haklarınız söz konusu olduğunda insanın saygı görmeyi hak eden bir varlık olduğunu hatırlıyorsunuz. Tırnağınız çizilecek diye ödünüz kopuyor, konfora dayalı onlarca yenilik yapıyorsunuz ama birkaç kilometre ötenizdeki bebeklerin açlıktan ağlaya ağlaya ölmelerine kulaklarını tıkıyorsunuz.

“Adalet” isteğinizi iki yüzlü buluyoruz. Sizin haklarınız söz konusu olduğunda çıngar çıkarıyor, avazınız çıktığı kadar bağırıyor, “bu ülkede yaşanmaz” naraları atıyor, adaletin herkes için olması gerektiğini söylüyorsunuz; ancak on yıllar önce, sadece okumak, öğrenmek ve kendini yetiştirmek için üniversiteye gelmiş insanlara yapılan zulümler karşısında, üç maymunu oynadığınızı daha dün gibi hatırlıyoruz.

“Heyecan duyma, hayret etme, şaşırma” isteğinize hak veriyor fakat seçtiğiniz heyecan arama yöntemlerini yapay buluyoruz. Başkalarının hayatını tehlikeye attığı için belki de bir cinayet konumunda olan ve içki gibi faiz gibi haram olan aşırı hız tutkunuzu cesaret olarak değil gaflet olarak değerlendiriyoruz. Asıl heyecan bungee jumping yaparak değil, sosyal konumuna ve dış görünüşüne bakmadan her insanda bir hikmet aramakla yaşanır. Gerçek hayret, gök kubbenin direksiz bir şekilde başımızın üstünde durmasına, her sabah doğan güneşe, her akşam çıkan yıldızlara, çiçeklerin rengarenk cümbüşüne, iç organlarımızın işleyişindeki mükemmelliğe, insan beyninin ve kalbinin çalışma sistemine olan hayranlığımızın yaşam boyu devam etmesidir. Doğum, ölüm, yaşam gibi her saniye tezahür eden olağanüstü olayların, bizim için sıradan bir vaka haline dönüşmemesi ve “hayretimi artır” bilincinin hiç kaybolmamasıdır.

“Beğenilme, dikkat çekme, biricik olma” ve “tanınma” ihtiyacınızı, meşru olmayan yollarla gidermeye çalışmanızı doğru bulmuyoruz. Ürettiğiniz eserle, yaptığınız işle, insanlara ve dünyaya kattığınız değerlerle farklılık yaratıp ışıl ışıl parlamak yerine; abartılı kıyafetler ve kişiyi komik duruma düşüren kostümlerle “ben buradayım” demenizi mantıklı bir zemine oturtamıyoruz.

“Değerli hissetme, ait olma, hayatta anlam bulma” ve “bir işe yaradığını duyumsama” isteğinizi son derece insani buluyor, ancak bu duyguları yaşayabilmek için seçtiğiniz yolların çıkmaz sokağa gittiğini bilmenizi istiyoruz. Uyuşturucu madde gibi kimyasal bağımlılıklara, alkol gibi fizyolojik bağımlılıklara ya da sigara ve futbol gibi psikolojik bağımlılıklara yaslanarak yaşam doyumu sağlanamadığını fark ediyor; faydalı ve işlevsel idealler peşinde koşarak tatmin olabileceğinizi belirtmek istiyoruz.

Gelecek yıllarda ülke için, millet için, dünya için lokomotif görevi görecek olan çok sevgili gençlerimizin “enerjisini” heder eden anlamsız ve malayani uğraşları da elimizin tersiyle itiyoruz. Bir gencin, 8 saat boyunca online savaş oyunu oynayarak vakit öldürmesini veya saatlerce kıyafet sitelerinde zaman geçirmesini milli sermayenin kaybı olarak görüyoruz. Bu doğrultuda, gençlerin “uyuyan güzel” olmaktan öte bir ufku olmasın diye çabalayan vahşi sömürü düzenine yardım ve yataklık edebileceği endişesiyle, “her ile yeni bir stadyum” projesini en başta gereksiz ve sonra ciddi bir ekonomik israf olarak değerlendiriyoruz. Gereksiz; çünkü eski stadlar ufak bir onarımla yenilenebilecekken tamamen yıkılıp milyonlarca lira harcanarak yenisi yapılıyor. İsraf; çünkü geçlerin spor yapması ve milli sporcu sayımızın artması amacıyla spor kompleksi inşa etmek yerine, edilgen ve pasif bir “seyirci” olmaya göre tasarlanmış 50 bin kişilik bu devasa beşiklere, toplamda milyarca liralık beton harcanıyor.

“Öğrenciliğinizi doya doya yaşayabilmeniz için sabaha kadar oturup, akşama kadar uyumanız gerekir” şeklindeki, en verimli geçmesi gereken dört yılımızı ziyan edecek önerilerinizi kesinlikle kabul etmiyoruz. İnsan fıtratına uygun olacak biçimde ve ruhsal-bedensel sağlığı koruyacak şekilde, en geç saat 10-11 gibi uyumayı ve gece üçte kalkarak âlemlere akmayı amaçlıyoruz. Gece hayatı yaşamayı, maverâ ile bağlantı kurmayı, manevi açıdan şarj olmayı ve böylece gün aydınlandığında aşkla şevkle çalışmayı planlıyoruz. Geceleri tersten giyersek, bırakın manevi bonuslar peşinde koşmayı, üzerimize farz olan sabah vaktinde Allah’ın huzurunda durmayı bile başaramıyoruz. Oysa biz, tahrif olmuş dinleri bahane ederek, yeryüzünden silinmek istenen “Allah’a karşı sorumluluk” bilincini bir bayrak gibi elimizde ve bir nişan gibi göğsümüzde taşıyoruz.


Abdullah Yalnız'ın Yazısı.