Her bir işe besmele ile başlamak suretiyle Allah’ın yardımı talep edilmeli, güç ve kudreti verecek olanın O olduğu inancı gönülde daim olmalı, zorlukları kolaylaştırıvermesini niyaz etmeli ve Rabbimizin gönlümüze indirdiği ilham ve duyguların kıymeti iyi bilinmelidir.

Alvarlı Efe Hazretlerinin Alvar Köyü’nde bulunduğu yıllar. Öğle yemeği için sofra hazırlanır. Sofrada evlâdı Seyfeddin Efendi ve evlâdı gibi himâye edip, büyütüp okuttuğu Ali Hoca’dan başka kimse yoktur. Efe Hazretleri bir türlü yemeğe başlamıyor. Uzun süre sofra başında beklerler. Efe Hazretleri mahzundur. Bir ara sofradan kalkıp iç odaya geçer.

Ali hoca, Seyfeddin efendinin yüzüne bakıp neler olduğunu anlamaya çalışır. Bir müddet sessizce kalırlar. Seyfeddin Efendi de meraklanmıştır. Yoklamak için iç odaya yönelir. Kapı aralığından “Hocam” diye hitap ettiği muhterem pederlerinin ellerini açmış dua etmekte olduğunu görür, iyice yaklaşır. Efe hazretleri ağlıyor ve Rabbine şöyle naz ediyor:

“Yâ Rabbi! Ben sana karşı ne günah işledim ki bunu bana revâ gördün; soframızı misafirsiz bıraktın. Bereketini esirgediğin bu lokmalara nasıl el uzatırım. Bu lokmalar boğazımdan geçer mi yâ Rabbi!”

Belli ki misafirsiz sofraya oturmak ona çok zor gelir. O güne kadar sofrasında hiç misafir eksik olmamıştır. O günden vefâtına kadar da hep öyle olur. Onu misafirsiz yemek yerken hiç gören olmaz.

Derken az sonra kapı çalınır. Ali Hoca açar kapıyı. Erzurum’dan ziyaretçiler gelmiştir. Ali Hoca:

“Efe Can, şenlik geldi” diye seslenir.

Misafire onlar “şenlik” diyorlar. Gelen misafirlerle şenlenir Efe Hazretlerinin gönlü. Mübârek yüzünde güller açar. Hep beraber sofraya otururlar. Uzanan eller kadar artar sofranın bereketi. O sofrada yenen lokmalar nur olur, feyz olur.”

Bir tarafta misafir geldi diye alnı kırışan, yüzü ekşiyen dar gönüllü nasipsizler, diğer tarafta ise misafirsiz sofraya oturmayan derya gönüllü bahtiyârlar. Hepsi insan suretinde, fakat mânâ cihetiyle gönül madenleri ne kadar da farklı…

Evet, ikram ve ihsan ehli olmak, gönül açıklığı ile yakından ilgili yüksek bir fazilettir. Bereket ve huzur, böylelerinin yanında bulunur. Allah’ın kendisine verdiği nimetleri başkalarıyla paylaşamayan, infaktan ve ikramdan yana kurumuş bir ağaç misali kimseye bir faydası dokunmayan kimselerin yanında ise saadetten eser bulunmaz.

Arapça’da eli, evi ve gönlü açık cömert kişiliklere “Kerîm adam” denir ki “şerefli, itibarlı ve faziletli kimse” anlamındadır. “el-Kerîm” aynı zamanda Rabbimizin güzel isimlerinden biridir. O’nun yüceliğini, kerem ve ihsanının bolluğunu ve hatta sınırsızlığını ifade eder. Bu yönüyle etrafına ikram etme sıfatını üzerinde taşıyan kimseler, aynı zamanda Hakk’ın sevgisine mazhar olmuş kullardır.

İslâm ahlakçıları “cömertlik” vasfının bütün güzel vasıfların anası ve kaynağı olduğunu ifade ederler. Tevazu, merhamet, hizmet, ülfet ve hatta muhabbet gibi vasıflar cömertliğin dalları gibidirler.

Allah Resûlü -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz imanla ikram arasında bir bağ kurar ve buyururlar ki: “Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse komşusuna iyilik etsin.

Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse misafirine ikram etsin. Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse ya faydalı söz söylesin veya sussun!” (Müslim, Îmân 77)

“Gerçek mü’minde şu iki haslet aslâ bir araya gelmez: Cimrilik ve kötü ahlâk!..”. (Tirmizî, Birr, 41/1962)

İkrâm edicilik, varlık-yokluk meselesi değil, bir ahlâk ve karakter meselesidir. Nice engin yürekler vardır ki, zâhiren fakirdir ve fakat lokmasını paylaşacak kadar da derya misali bir gönle sahiptir. Mal ve imkân cihetinden zengin olan niceleri de vardır ki, ikrâm etmemek için sayısız mazeretlere sığınır, kaçacak delik ararlar. Kimileri tek odalı ya da iki odalı bir eve sahipken evine misafir davet etmekten çekinmezken, kimilerinin köşkleri ve kâşeneleri vardır ve fakat misafir ağırlayacak yeri ve yurdu yoktur.

Evlerimizin en güzel odalarının (salonların) misafir için ayrılması, misafire ikramdan kaynaklanan güzel bir geleneğimizdir. Fakat oraların misafirsizlikten birer müzeye dönüşmesi, esasen gönüllerin çölleşmesinin bir sonucudur. Yıl içerisinde sadece üç-beş kez değerlendirilen misafir odalarının evin sahibine bile hizmet etmemesi, ne acınacak bir durumdur! Hem misafir davet etmemek ve hem de ev halkı olarak böylesi mekânların değerlendirilmemesi sanki cimriliğin bir cezadır.

İkrâm edememenin bir sebebi de külfeti artırmaktır. Hâlbuki eskilerin ifadesiyle “el-Cûd mine’l-mevcûd” olmalıdır. Yani ikram, elde ya da evde ne varsa ondan yapılabilmelidir. Şartları zorlaştırmak, zamanla ikramdan soğumaya ve uzaklaşmaya bir sebeptir. Cömertlerin bir özelliği, kendine ve ev halkına ağır mükellefiyetler yüklememeleridir. Suyun akışı gibi tabii bir ikrâm, gerçek ikramdır. Böylelerinin bir simit, bir ayran, bir çay ikram etmesi bile misafirini memnun eder. Arkadaşına bir su ikrâm etmek de bir ikramdır, otobüste bir başkasına bir bilet ya da koltuk ikram edivermek de.

Allah Resûlü -sallallahu aleyhi ve sellem- buyururlar ki:

“Ey Müslüman hanımlar! Hiç bir komşu hanım, bir koyun paçası bile olsa, komşusuna vereceğini küçük gör(üp vermemezlik et)mesin.” (Buhârî, Hibe 1, Edeb 30)

İkrâmın ikrâm olması, onun severek yapılmasını gerektirir. Yüzünü ekşiterek ve zorlanarak yapılan ikramlar, muhatabın muhabbetine değil, nefretine bile sebep olabilir. İmam Şârânî, geçmiş büyüklerin yüksek ahlâkından birinin de ikramı bizzat kendilerinin takdim etme gayreti içinde olmaları olduğunu söyler. Sık sık misafir davet edip de tüm hizmeti ev halkından beklemek, zamanla isteksizliğe sebebiyet verebilir. Firâset ve basiretle hareket edip işi kolaylaştırmak, ikrâmı külfete çevirmemek icap eder.

İkrâm ehli olmak, bugünden yarına hemen gerçekleşiveren bir vasıf da değildir. Çocukluk ve gençlik yaşlarından itibaren başlaması gereken ve zamanla gelişen ahlâkî bir melekedir. Yaratılıştan gelen nasipler farklı farklıdır; ancak niyet edilir ve bu uğurda gelişme hedeflenirse, Yüce Rabbimizin nice nice kapılar ve kabiliyetler açacağı da bilinmelidir.

İkramı taçlandıran hususlar da ihmal edilmemelidir. Güler yüz göstermek, neşeli olmak, saygılı davranmak, güzel sözlerle gönül almak, daveti kabul ettiği için muhataba memnuniyetini içtenlikle ifade etmek gibi.

Sâhibü’l-vefâ Mûsâ Efendi -rahmetullahi aleyh- buyururlardı ki: “Bir yerde sadece çay bile ikrâm edilse, orası hemen bereketleniveriyor.” Öyleyse hayatına, ailesine ve çevresine bereket isteyene düşen, ocağını daima açık tutmaktır.


Adem Ergül 'ın Yazısı.