Ahi kelimesi Arapça “kardeş(im)” kelimesinden gelir. Abbasi devrinde vücut bulmuş bir mesleki-tasavvufi-ahlaki geleneğin, Anadolu’da zirve haline ulaşmış şeklidir. Ahiler; Diyar-ı Rum’u/Anatolia’yı Anadolu kılan, bu beldeleri İslam toprağı haline getiren, kaleleri fetheden kılıçların eksik yönlerini ‘gönülleri feth ile’ kemale erdiren bir oluşumun mensuplarıdır.

Dünya tarihinin gördüğü en büyük iki devletten birisi olan Osmanlı’nın kuruluşuna ilişkin bilgileri aktarmaya devam ediyoruz. Bir önceki yazımızda Osmanlı’nın kuruluşunda yer alan derviş meşrep Alp-erenlerin ya da Ö. Lütfi Barkan merhumun deyimiyle “Kolonizatör Türk Dervişleri”nin de etkilerinden bahsetmiştik. İmdi ise zikrettiğimiz dervişler ve Ahiler hakkında genel geçer bilgileri paylaşmaya gayret edeceğiz. Hazırsanız; bir lokma, bir hırka, bir asa, bir zanaat ve bir kuşak ile kafamıza börkümüzü de geçirerek Anadolu bozkırına doğru yürüyüşe başlayalım.

Gönülleri Fetheden Dervişler

Hatırlarsınız, serimizin birkaç önceki yazısında Türkiye Selçuklu Devri’nde vuku bulan Babai İsyanı’ndan bahsetmiştik. Babai İsyanı’na katılanların itirazları şunlardı; merkezi hükümete asker ve vergi vermemek, yerleşik hayata geçmemek. İsyana iştirak edenlerin tamamına yakını hatta tamamı konargöçer olan Oğuz boylarından oluşur. İslamlaşma sürecini tam manasıyla tamamlamamış olan bu kitleler daha çok şifahi bir İslam algısına sahiptiler. Bugünkü gibi hoca, alim, medrese veya kaynağa ulaşmak o zamanlar mümkün değildi. Kaldı ki ulaşım/haberleşme imkanı dahi çok kısıtlıydı. İmanlarının kaviliğini harp meydanında İslam adına göstermiş olan bu kitleler ibadet/ritüel kısmında ise eski inançlarının, kültürlerinin de etkilerini sürdürür. Mistik yoğunluğundan ötürü tasavvufi yapılara, eski bahadırlık/alplik dönemlerini hatırlattığı için şehadete koşan her harekete iştirake meylederler. Selçuklu’dan sonra Anadolu’da Türk beylikleri dönemi başlayınca, bu zümrenin en rahat hareket edeceği yer Osmanlı hudutları olur. Mantıklı bir şekilde ilerleme ve genişleme politikası izleyen Osmanlılar, merkezi idareden kaçan, ganimet ile geçimlerini sağlayan, kafir/Bizans ile cihat ederek alplik geleneğini yaşatan, her türlü mistik ortam iznini topraklarında bulacak olan bu zümreye kucak açar. Onlar da akın akın; bazen ferden bazen topluluk halinde Osmanlı’ya gelirler. Kimi alptir kimi derviş veya baba, kimi zanaatkardır kimi tüccar. Ancak hepsinin içerisinde küfre galebe çalma, rahat bir idare altında yeni fetihlere yönelme arzusu vardır. İşte Osmanlı tam bu zümrenin aradığı idaredir. Bunların adı Horasan Erenleri veya Abdalan-ı Rum şeklinde anılır. Horasan (İran) hattı üzerinden Anadolu’ya gelirler. Anadolu o günlerde “Diyar-ı Rum” olarak bilinir. Vefailer, Bektaşiler, Melamiler gibi tasavvufi yapılar da Abdalan-ı Rum olarak temsil edilir. Lakin bunların başında hiç şüphe yok ki Ahiler gelecektir.

Osmanlı’nın Ticaret Odaları

Ahi kelimesi Arapça “kardeş(im)” kelimesinden gelir. Abbasi devrinde vücut bulmuş bir mesleki-tasavvufi-ahlaki geleneğin, Anadolu’da zirve haline ulaşmış şeklidir. Ahiler; Diyar-ı Rum’u/Anatolia’yı Anadolu kılan, bu beldeleri İslam toprağı haline getiren, kaleleri fetheden kılıçların eksik yönlerini ‘gönülleri feth ile’ kemale erdiren bir oluşumun mensuplarıdır. Yamak’tan başlayarak Ahi Baba’ya kadar uzanan kendi içerisinde dikey bir hiyerarşik yapısı vardır. Temelinde insan hakkına riayet ile İslam’ın kurallarına sıkı sıkıya bağlılık yatar. İşleyişi itibariyle tasavvufi bir teşkilatlanma biçimindedir. Tasavvufun temel öğretileri ile beraber kendi tarzlarına uygun şekilde meslek ve yiğitlik esasları, özel ritüelleri, hedefleri vardır. Topluma yansıyan kısmında ise bir ‘ticaret odası’ işlevini görür. Bugün dahi ticaret/meslek odalarının ulaşamadığı bir sistem ve yönetim tarzına sahiptir. İşsiz ama eli mesleğe yatkın bireyi içine belli şartların yerine getirilmesi karşılığında alır. İstidadına göre bir meslek koluna bağlı olan bir ticarethanede istihdam eder. Ticaretin altın kurallarının yanında, kul hakkına riayeti ve din, dil, ırk, mezhep veya cinsiyet fark etmeksizin, insana Halık’ın gözü ile bakmayı ilk kural olarak öğretir. Tasavvufi yapısı içerisinde kalp temizliğine eriştirmeyi amaç edinirken, halk arasında ise işinin ehli, milletine hizmet eden ve toplumun yararını kendinden üstün tutan bir zanaat sahibi yetiştirmeyi hedefler. Usta olmayı başarabilen dünkü yamağı ise, bağlı olduğu meslek kolunun temsilcilerinin desteği ve merkezin onayı neticesinde bir mekan sahibi yaparak, aynı süreci başka bireye uygulatma mükellefiyeti yükler. Böylelikle sisteme ihtiyaç duyduğu meslek kolunun mekanı ile insan kaynağını, bir dayanışma içerisinde sunmuş olur. Ayrıca Ahiler içerisinde yer alan Yiğitbaşılar ve yanındakiler, Pazar’ın da emniyetini lonca ve devlet adına tesis ederek bir otokontrol sistemi uygular. Ayrıca pek çok Osmanlı padişahı ve paşaları ile de fethe katılarak beylikten devlete geçiş sürecine doğrudan temas ve etki ederler. Hakk’a tapan ve halkın hakkını üstte tutan bu oluşum; kılıç ile kazanılan bağımsızlığı iktisadi anlamda teyit ederek Osmanlı’daki sosyal yapının tahriplere karşı bir direnç kazanmasında belki de en büyük katkıyı sağlar.

Geleceği Tayin Eden Rüya

Ahiler arasında pek çok meşhur isim olmakla beraber Osmanlı denilince ilk olarak akla hiç şüphe yok ki Şeyh Edebali gelir. Merv’de dünyaya gelen Edebali (bazı kaynaklar Vefai olduğunu iddia eder) Mevlana ve Sadreddin Konevi’nin çağdaşıdır. İlmi tahsilini Karaman ve Şam’da tamamlar. Eskişehir yakınlarında bulunan İtburnu Köyü’nde tekkesini kurarak irşad vazifesine başlar. Onun tekkesine hürmet edenler arasında Ertuğrul Gazi ve oğlu Osman Bey’de vardır. Rivayete göre tekkede misafir kalan Osman Gazi rafın üstünde gördüğü Kur’an-ı Kerim’e hürmeten ayakta bekler. Lakin bir süre sonra dayanamaz ve uyuya kalır. O sırada bir rüya görür: “Şeyh Edebali’nin koynundan bir ay çıkıp, Osman Gazi’nin koynuna girdi ve göğsünden bir ağaç bitti. Öylesine büyük bir ağaç oldu ki dalları gökleri, kökleri tüm dünyaya sardı. Gölgesi bütün yeryüzünü tuttu. İnsanlar o ağacın gölgesinde toplandılar. Ulu dağlara ve dağların eteğinden çıkan coşkun sulara hep o ağaç gölge etti.” Rüyasını Edebali’ye anlatan Osman Gazi şu cevabı alır: “Oğul Osman, Hak Teâla sana ve soyuna hükümranlık verdi. Mübarek olsun. Kızım Malhun Hatun senin helâlin olsun.”


Gökhan Gökçek'ın Yazısı.