Kaldırımda fesli, şalvarlı bir adam rengarenk Osmanlı macunu dolduruyor çubuğa. Limon, çilek, nane birbirine karışıyor. Köfteler ızgarada. Una bulanan incecik ciğerler yağa düştüğünde kuru kırmızı biber eşlik ediyor kıvrılarak kızaran etlere. Bademli kavala kurabiyesi ve Antep Fıstığıyla yapılmış acıbadem, çayımın yanında beni bekliyor.

Edirne’ye doğru yola çıktığımda güneş henüz uyanmamıştı. Yavuz Sultan Selim’in babasıyla mücadele ettiği topraklardan geçtim. Tarlalar yeşil, toprak çiçeklenmişti. Rastgele fışkırmıştı mor dikenler, sarı katırtırnakları, kırmızı gelincikler. Baharın kokusunu taşıyordu rüzgâr.

Traklar’ın kurduğu bu şehir Bizans’ın Balkanlar’a açılan kapısı, Roma İmparatoru Hadrianus’un gururu, Fatih’in medresesi. Toprağa karışan cesetlerin ruhu işlemiş şehre. Belki de bu yüzden tanıdık, sıcak bu topraklar. Anılar saklanmış pazarcı kadının gülümsemesine, yağız atın eyerine, yüzüme çarpan rüzgâra. Bu diyarın içinde kaynayan güç nasıl kök salmasını söylediyse Osmanlı’ya, beni de öyle bağladı kendine.

Bulgar işgali, açlık, Yunan baskısı şehri zorlarken Lozan Anlaşması’yla ürkek bir nefes alan Edirne’de Yıldırım’ın eserlerinden sadece biri kalmış. Bu beldeye çok emek vermiş Osmanlı padişahları. Her köşede bir minare, her dönemeçte bir çeşme... Duvarların üstünde unutulmuş kitabeler... İstanbul’un, Avrupa’nın, Balkanlar’ın fethine bu topraklarda hazırlanmışlar. Şubat ayında Edirne’den yola çıkan piyadeler, Maltepe’ye kurulan otak ve surları delen toplar Doğu Roma’nın kalesine ancak nisanda varabilmişler.

II. Beyazıt külliyesinde Şeyh Hamdullah’ın imzası var. Şehzadeliği sırasında hokkasını tuttuğu hocanın ilmi, sevgisi ve becerisi kitabeye ilmek ilmek yansımış. Hünkâr mahfili ve minber orijinal ama sonradan tamir gören kalem işleri hüzün veriyor. Beceriksiz eller değmemeli duvarlara. Dökülen boyalar, küften kararmış yaldızlar bile daha güzel bilinçsiz yeniliklerden.

Şifahane’nin ortasında küçük bir havuz, su sesi musikiyle karışarak hastalara huzur veriyor. Bahçedeki güllerin kokusu süzülüyor içeri ve tabipler aşk acısına çare arıyor. Külliyenin ortasında kocaman bir çınar, kökleri yaşlı ellerdeki damarlar gibi kabarmış toprağın üstünde. Osmanlı’nın simgesi, caminin koruyucusudur çınar ve yıldırım düştüğünde bütün elektriği kendine çekerek canı pahasına siper olur minarelere. İşte bu yüzden paratoner bulunmadan çok önceleri temel atılırken bir çınar dikilir avluya. Camiyle beraber yaşlanır ağaç ve her şimşek çaktığında tekrar uzanır gökyüzünü yaran ışığa.

Geçmişte benzeri olmayan Osmanlı mimarisi zaman içinde gelişip şekillenir. Kubbe büyür, yuvarlanır, daha ihtişamlı oturur fil ayaklarının üstüne. Mimar Sinan iç mekanda bütünlüğü arar, direkleri kaldırır ve minareler dua ederken şerefelerden yayılır ezan. Edirne’de cami mimarisinin gelişimini, kaybolan mezar taşlarını belki de eski İstanbul’u görmek mümkün.

Gazi Mihal Bey Camisi’nin hareminden harime geçtim namaz vakti. Camiye yapışık misafirhanelerin ocaklarında ateş, dolaplarında yatak yoktu. Köşede bağdaş kurup oturmuş ne bir kadı ne de yola çıkan kervanlar var. Sadece cemaat. Hazireye dizilmiş beyaz taşlar. İstanbul’da ne çok aramıştım yanından püskülü sallanan üsküfleri*. Köşede cellatlara ait yazısız mezar taşları. Yanından geçenler görmezden gelip bir Fatiha’yı esirger kuldan. Ah bilseler! Kim isterdi Azrail’in işini üstlenmeyi. Salladığı baltadan ağır vicdanı.

Sıra sıra geziyorum camileri. Hepsinde farklı bir iz; geçmişin tadı sinmiş duvarlara. Allah ve Muhammed taşa isle yazılmış, Eski Cami’nin kapısını iki yandan kucaklıyor. Ustaca yapılmış kalem işleri başımı döndürüyor. Kubbenin altına geldiğimde ne bir dua dökülüyor dudaklarımdan ne de bir söz. Renkler birbirine o kadar yakışmış ki birini tutup çeksem topal kalır desenler. Kubbeleri, direkleri ve duvarlarını süsleyen hatlarıyla Bursa Ulu Camii’ni hatırlatıyor. Hacı Bayram Veli’nin makamına diz çöktüğümde gölgesi dolanıyor etrafımda. Mimarının Konyalı Hacı Alaaddin olduğu kazınmış kitabenin köşesine. Minarenin kapısı dışarıda, zarif bir çeşme dayanmış duvarına. Çelebi Mehmet niyetini sağlam tutmuş, yaptırdığı çarşı hâlâ camiye gelir kaynağı olmaya devam ediyor.

Kaldırımda fesli, şalvarlı bir adam rengarenk Osmanlı macunu dolduruyor çubuğa. Limon, çilek, nane birbirine karışıyor. Köfteler ızgarada. Una bulanan incecik ciğerler yağa düştüğünde kuru kırmızı biber eşlik ediyor kıvrılarak kızaran etlere. Bademli kavala kurabiyesi ve Antep Fıstığıyla yapılmış acıbadem, çayımın yanında beni bekliyor.

Güneş solmadan önce Kırkpınar güreşlerinin düzenlendiği Sarayiçi semtine varıyorum. Balkan şehitliği uzayan çimler arasından yükselirken sarayı olmayan bir adalet kasrı görünüyor er meydanında

Altı gözlü Beyazıd Köprüsü uzanıyor Tuna Nehrinde ve suya yansıyan ikizi dalgalarda, bir görünüp bir kayboluyor. Meriç nehrinin üstüne de sıra sıra dizilmiş kemerler, bir ucundan diğerine koşup ıslanmadan geçiyorum çağlayarak akan suyu.

Her caminin bir hikayesi var. II. Murat’a rüyasında gülümser Mevlana ve bir bakış, bir tebessüm için önce Mevlevihane yaptırır padişah sonra zaman içinde camiye devşirilir bina. Muradiye Camisi’nin yeşil çinileri yok artık. Bahçesinde çocuklar top oynarken kale direği gözüme ilişiyor. Ellerim titreyerek çağırıyorum kaleciyi. Neden bilmem hep en şişman çocuk seçilir filelerin önüne. Kaleyi işaret edip ne olduğunu sorduğumda “A be mezar taşı o, danıyamadın mı be ya!” diye omzunu silkip kalesine koşuyor. Çocuklara dağıttığım gofretler rahmetliye yarım saatlik sürur ya sağlar ya sağlamaz. Karşıdan seyrediyorum Selimiye’yi. Heybetli olduğu kadar zarif ve mütevazi olmayı başaran Osmanlı kalesini. Sonra kapısından içeri adım atana kadar hikâyesini dinliyorum.

Hayallerin ötesinde bir eser Mimar Sinan’ın çizdiği. Bursa’da atılan temeller gelişip büyürken rüyaları yol gösterir Sinan’a. Ayasofya’yla yarışmaz. Kubbeyi bir bütüne oturtup vahdeti ararken merkeze toplar cemaati. Kubbeyi sekiz payeye oturtur. Duvarın yükü azaldığında pencereleri açıp güneşi davet eder içeri. Işık müezzin mahfilinin sütununda ancak dikkatli gözlerin seçebildiği ters lalenin üstüne düşer ve derler ki bu çiçek toprağını verirken huysuzluk edip kendi adına özel bir işaret isteyen kocakarının hatırasına yapılmıştır.

Bu eserin çinileri, kalem işleri ve mimarisinde heyecan, sanatı son noktaya taşıyan bir işçilik, kıvrılarak yükselen minarelerinde zarafet ve güç var. Edirne kalabalıklaşıp binalar çoğalmadan önce şehre ayak basanları büyüleyen Selimiye ihtişamından bir şey kaybetmese de saklanmış bir Osmanlı tacı, top yarası almış duvarları ve kurşun delikleriyle bir gazi. Bu cami Mimar Sinan’ın yaşlı, erdemli haline benzer, ağır ve bilge... Tarihin diliyle konuşur, seyrederken duyarsın onu. Rehberler susar, mimarlar kıskanır.

• Yeniçeri başlığı


Hande Berra'ın Yazısı.