Okul Farkına Varsın: Bir Kalbimiz Var
Eğitim, insanda istenen davranışları gerçekleştirme sanatı olarak tarif ediliyor. İstenen davranışları sadece piyasa belirlediğinde ortaya çıkarından başka bir şey düşünmeyen bir azman çıkıyor ki yaşadığımız insan krizinin en temel sebebi bundan başka bir şey değil. Halbuki insan sadece beyninden ya da aklından ibaret değil. Bizim bir de kalbimiz var. En Güzel İnsan’ın tarifiyle o iyi olursa her şeyin iyi olacağı, o kötü olursa her şeyin kötü olacağı bir kalbimiz... En büyük imkanımız ve imtihanımız kalbimiz... Onu eğitimin ana gündemi haline getirmeden ne insandaki kriz bitecek ne de dünya iyileşecek, bundan emin olabilirsiniz. Okulların açıldığı ve eğitimin konuşulduğu şu günlerde tüm eğitim camiasına bir çağrıda bulunuyor ve kalbimizi fark etmelerini istiyoruz. Bir kalbimiz var, fark edin ve onun eğitimini dert edinin, zira çivisi çıkmış bu dünyanın kurtuluşu ancak kalbini imar etmiş insanlarla mümkün.
Eğitimden Ne İstemeli?
Selim Tiryakiol / Yale Üniversitesi’nde Okutman
Üniversite basit siyasi ideolojilerin meskeni değildir. İnsanlık bugün bir çıkış yolu arıyor. Sevgili gençler, siz bu yolu bulmaya, uzun vadeli büyük fikirlere talip olmaya bakın. Gazeteden çok kitap ya da dergi okuyun. Bir aidiyetten söz edecek olursak gazeteler kahvehanelere, kitaplar ve dergiler üniversitelere aittir.
Üniversiteler açılıyor. Özellikle liseden üniversiteye geçen öğrencilerin heyecanları had safhada. Belki de hayatlarının en zor tercihini yaptılar. Kim bilir belki de hedefleri çok net olduğu için hiç zorlanmadılar. İstedikleri bölümü yazdılar ve şimdi o bölümle tanışmayı bekliyorlar.
Anne-babalar açısından bakalım bir de. Kimi anne-babalar çocuklarına güveniyor, tercihi onlara bırakıyorlar, kimi ise çocuğunun hukukçu, mühendis ya da doktor olmasını istiyor. Kendi geçmişlerinden ya da çevrelerinden devşirdikleri birtakım hayalleri çocuklarında hayata geçirmek istiyorlar.
Herkesin yüksek eğitimden bir beklentisi olacak elbette. Her insanın hayalleri, attığı adımları da belirleyecek. Ancak eğitim problemi yalnızca masum hayallerle çözülecek bir problem değil. Her işte olduğu gibi bu işi de sakin bir kafayla, ilmî verilere dayanarak çözmeye çalışmak gerekiyor.
Genç Dergisi olarak günümüz Türkiye’sinin en yakıcı problemlerinden birine değinerek işi ehline sormak istedik. Dosya konumuzda okullardan, kampüslerden ne beklediğimizi; eğitimden maksadın ne olması gerektiğini, sürekli güncellenen bilgi karşısında esas olarak kurumların bize ne vermesi gerektiğini geniş bir çerçevede bu sayfalarda bulacaksınız. Ayrıca bu yazıda üniversiteye yeni başlayanların güzel bir başlangıç yapabilmeleri için üniversiteden beklentilerinin aslında neler olması gerektiğini derledik. Bu yazı gençlere hitaben yazılmıştır; ancak gençlerin bu beklentilerini karşılaması gereken üniversite hocalarına da hitap etmektedir.
GÜNDELİĞE DEĞİL KALİTEYE TALİP OLUN
Eğitim siyaset değildir. Siyasetle, daha doğru adlandırma ile ideoloji ile eğitimin çözülemeyeceğini geçirdiğimiz bir yüz yıl bize öğretmiş olmalı. Basit bir misalle bunu somut hâle getirmek istiyorum. Bundan birkaç yıl önce müfredata “Osmanlı Türkçesi dersi konulmalı mı konulmamalı mı?” sorusunu tartıştık millet olarak. Bugün kaç kişi bu sorunun derdiyle dertleniyor? Belki de gerçekten dertlenmesi gereken kadar kişi hâlâ dertleniyor. Bu sayı tartışmanın ilk başladığı günlerde de böyle olmalıydı. Osmanlı Türkçesinin çocuklarımıza katacakları ve katmayacakları ehli tarafından konuşulup “Osmanlı Türkçesini nasıl daha iyi öğretebiliriz?” tartışmasına başlanmalıydı. Ancak biz bu ikinci tartışmaya geçemeden konu gazete köşeleri arasında eriyip gitti. Geriye ise ideolojik tartışmalardan başka bir şey kalmadı.
Tıpkı bu misalde olduğu gibi eğitimi ideolojik bir nesne hâline getirirseniz çocuklarımıza yazık edersiniz. Üniversite basit siyasi ideolojilerin meskeni değildir. İnsanlık bugün bir çıkış yolu arıyor. Sevgili gençler, siz bu yolu bulmaya, uzun vadeli büyük fikirlere talip olmaya bakın. Gazeteden çok kitap ya da dergi okuyun. Bir aidiyetten söz edecek olursak gazeteler kahvehanelere, kitaplar ve dergiler üniversitelere aittir.
TEK TİPLİLİĞE DEĞİL ÇEŞİTLİLİĞE TALİP OLUN
Eğitim demek disiplin demektir. İlimde disiplinse büyük ölçüde müfredatlarla sağlanmaktadır; ancak müfredatları mutlak metinler olarak ele aldığınızda tek tip şahsiyet yetiştirmeye başlıyorsunuz. Oysa müfredatlar hatta hocalar yalnızca birer rehberdir. Üniversite ise tek tipli şahsiyetlerin değil hem kendi içinde hem de fert fert çok yönlü şahsiyetlerin yetiştirildiği yerdir. Bu anlamda “lise” mantığını zihninizden silin. Hocalarınız derslerde size birtakım okuma listeleri sunsa bile siz bunlarla yetinmeyin. Çok okuyun. Hatta hayatınız boyunca okuma serüveninizi ikiye ayırabilirsiniz: Bir vazife icabı (yani dışarıdan size tavsiye ya da ödev şeklinde verilen) okumalar ve meraka dayalı okumalar. Bunu dıştan gelen ve içten gelen okuma olarak da ayırabilirsiniz. Bu iki okumayı hayatınız boyunca birlikte yürütürseniz, göreceksiniz hiçbir müfredat sizi tek tipleştiremez.
HOCAYA TALİP OLUN
Üniversite tercihi yapmak üzere olanlar üniversiteler ve bölümler hakkında konuşuyorlar; ancak çoğu kimse tercih etmeyi düşündüğü bölümdeki hocalardan bîhaber. Daha doğrusu lise öğrencileri üniversite hocalarının akademik yetkinlikleri irdeleyebilecek yeterliğe sahip değiller. Öğrenciler bu yeterliğe sahip olmasalar bile gördüğüm kadarıyla onlara tercih rehberliği yapanlar da işin bu tarafını ıskalıyorlar. Oysa bir bölümü bölüm yapan hocalarıdır. Neticede bölüm dediğimiz şey boş duvarlardan ve kapılardan oluşmamaktadır. Hocalarınızın akademik çalışmalarına göz atın. İlk yıl yapmasanız bile sonraki yıllarda bunu yapın. Eğer akademik kariyer düşünürseniz mutlaka lazım olacaktır. Hangi çalışmaları yapmışlar ona bakın. Daha doğrusu ne kadar nitelikli yayınlar yapmışlar buna bakın. Niceliğe değil niteliğe odaklanın. Bir de sadece kendi hocalarınıza bakmayın. Dünyada aynı konuda çalışanlara da bakın. Hocalarınızla karşılaştırın.
TEK BAŞINIZA YÜRÜMEYE TALİP OLUN
Tek başına yürümeye dair size bir misal vereyim. İstanbul Üniversitesi hocalarından Nihat Çetin’in hocası Alman müsteşrik Hellmut Ritter sahip olduğu ilmi aktarma konusunda oldukça cimri ve ketum bir adammış. Dağıtmaz, damla damla verirmiş. Kim yakalayabilirse. Nihat Çetin, hocasının Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki kitap istek fişlerini takip eder, hangi kitabı incelediyse, alır incelermiş. Ritter’in de bundan haberi olmazmış. Nihat Çetin, bu şekilde derslere katılır hocasının sözlerine katkıda bulunurmuş. Sevgili gençler, aynısını kendiniz için düşünün. Düşünün ki hocanız size hiçbir şey anlatmıyor. Ne yaparsınız? İşte üniversitenin hakkını verebilmekle verememek arasındaki ince çizgi bu soruya vereceğiniz cevapta gizli. Üniversitede beklenen tavır tabiki “anlatmazsa anlatmasın, zaten çok da merak etmiyorum.” değildir. Hocanız anlatmasa bile Nihat Çetin gibi gerekirse kurnazlık gösterip o bilgiye siz ulaşacaksınız. Şöyle bir durum da söz konusu olabilir. Hocanız anlatmıyor değil gerçekten bilmiyor olabilir. Buna da takılmayacaksınız. İşinize bakıp kendi kendinizi yetiştirmeye talip olacaksınız; çünkü hayatta zaten hocalarınızla yürümeyeceksiniz. Tek başınıza yürümeye cesaret ederseniz birilerinin size destek olması sizi hızlandırır; ancak olmaması sizi durduramaz.
ÖĞRENMEYİ ÖĞRENMEYE TALİP OLUN
Üniversitede kazanabileceğiniz belki de en önemli beceri öğrenmeyi öğrenmektir. Üniversite hayatınız boyunca öğrenmeyi öğrenmeye çalışın. Ancak iki kelimeye sığan bu fiili kazanmak o kadar kolay değildir. Ders ders, disiplin disiplin, kitap kitap öğrenmeyi öğrenmelisiniz. Dersten derse, kitaptan kitaba da öğrenme değişmektedir. Bunun için çok iyi bir izci olmalısınız. Sizden öncekiler nasıl öğrenmiş iyi izleyebilmelisiniz. Aynı zamanda aç gözlü olmamalısınız. Aç gözlülük insanı çok bilgi almaya iter. Bu ise öğrenmenin özünü kaçırmanıza sebep olur. Oysa cevher gibi olan tek bir yöntem bilgisi zihninize depolayacağınız binlerce faydasız bilgiden daha önemlidir.
DURUŞ SAHİBİ OLUN
Çok malumatınız olabilir. Belki öğrenmeyi de öğrenmiş, çalışkan bir insan da olabilirsiniz. Ancak eğitim bunlardan ibaret değildir. Malumatı az olan ama duruş sahibi bir insan malumat yüklü ancak duruş sahibi olmayan bir insandan daha hayırlıdır. Hatta bu tip insanlar toplum için zararlıdır. Bilgisini kötüye kullanabilir. Bu yüzden ayağınız sağlam bir temele basmalı. Bu temel üstünde yükselmeye çalışmalısınız. Toprağını tanımayan küreyi tanıyamaz. Toprağına faydası olmayanın küreye de faydası olmaz.
Herkes Kendi Kalitesini Artırmaya Çabalamalı
Ali Öztürk / Sakarya Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Araştırma Görevlisi
Hayatı, yukarıda verilen paragrafa göre aşağıdaki şıklarla yorumlamaya çalıştıran, İstanbul’un Fethini 1,4,5,3 Fransız Devrimi’ni 1,7,8,9 rakam yığını olarak sınırlandıran, dünya tasavvuru ve tarih şuurunun yetersiz kaldığı uzun yıllardır tartışılan bir eğitim sisteminden bahsediyoruz.
Türkiye’de hepimiz doğrudan ya da dolaylı bir şekilde eğitim sürecine dahiliz. Ya öğrenciyiz ya veliyiz ya da bir kısmımız bu kurumlarda çalışıyoruz. İlk olarak genel anlamda eğitimin kalitesinin arttırılmasının bir kişi ya da bir kurumla veya bir iki yılda mümkün olabileceğini düşünmemeliyiz. Bu süreç uzun soluklu ve çok yönlü katılımın olduğu çalışmalarla belirlenebilir.
İçerisinde bulunduğumuz şartları göz önünde tutarak, herkes “neler yapabiliriz”i sorup, eyleme geçmeli. Yani eğitimin niteliğini arttırılmasına destek olmak için bakan ya da rektör olmamıza gerek yok. Mesela üniversitede öğrenci isek bir iki arkadaşımızı yanımıza alarak bize yardımcı olabileceğini düşündüğümüz bir hocaya çekinmeden istişarelerde bulunabiliriz. Böyle bir çabaya eminim ki hocalar da kayıtsız kalmayacaktır.
Üniversitede bir asistan olarak, öğrenci arkadaşlara birkaç önerim olabilir. Zaten ilk anlamda öğrencilerin niteliğe dair ikna edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Aksi takdirde uygulanacak politikalar zaman ve ekonomik kayıplara neden olabilir. Farklı bölümlerden, hatta görece uzak alanlardan ders almaları, çift ana dal, yan dal ve öğrenci değişim programlarına katılmaları farklı bakış açısı kazanıp, ufuklarını genişletebilir ve üzerinde yaşadığı dünya ile ilgili bir tasavvura sahip olabilirler.
Öğrenci topluluklarında görev alıp organizasyonlar yaparak görev bilinci ve sosyal sorumluluk duygularını geliştirebilirler. Sivil toplum kuruluşları ve yerel yönetimlerin etkinliklerine katılıp, bulundukları şehre kendilerini daha çok ait hisseder, şehirle bütünleşebilirler. Kendilerini okumaya dair sürekli diri tutacak faydalı bir okuma grubuna dahil olup analitik ve eleştirel düşünme yeteneğine sahip olabilirler.
Son olarak öğrenci arkadaşlarımızın, ülkemize ve insanlığa dair bir derdi olmalı. Elindeki imkanları ve zamanı verimli kullanıp hayatı boyunca “Oku!” emri gereğince kendini, toplumu, doğayı ve tarihi doğru okumalı.
Çocuklara Kalp Eğitimi Verebilmeliyiz
Kemal Tekden / Tekden Eğitim Kurumları Başkanı, Türkiye Üstün Zekâlı ve Dâhi Çocuklar Eğitim Vakfı (TÜZDEV) Genel Başkanı, 25. Dönem Kayseri Milletvekili
Eğitim, Türkiye’de şu ana kadar “bilgi yüklemesi” olarak algılanmış, işin “terbiye” yönü maalesef ihmal edilmiştir. Bu yüzden başarı da sadece sınav odaklı hale gelmiştir. Bu durum dünyada “sömürge eğitimi” olarak bilinmektedir. Bugün okullarımızda yetişen şiddete eğilimli, hiç bir kural tanımayan narsist çocuklar böyle bir eğitimin ne derece yanlış olduğunu ortaya koyan bir göstergedir.
Oysa eğitim, insanın hayatı sorgulayabilen, duygularını kontrol edebilen ve hayata dair felsefesi olan olgun insanlar yetiştirmektir aynı zamanda. Burada çocuğa bilgi öğretilirken o bilginin ne işe yarayacağını (İlmel yakin olan bilgiyle beraber, aynel yakin ve hakkel yakin bilgiyi de) verebilmektir. Bugünkü sonuçlardan anlaşılıyor ki çocuklarımıza sevgi, merhamet ve şefkat temelli eğitim vermek zorundayız. Dünyanın da buna ihtiyacı var. Kampüslerden, okullardan bugün bunu bekliyoruz.
Özellikle okul öncesi ve ilkokul yıllarında direk bilgi yerine, mesela evren (insan, hayvan ve tabiat) sevgisi bizzat uygulamalı verilmeli, başkalarına yardım etmenin hazzını çocuklara yaşatmalı, tasarrufun önemi gibi konular bizzat yaşatarak öğretilmelidir. Yani çocukların kalp eğitimi için çaba gösterilmelidir. Ortaokul ve sonraki yıllarda ise, daha sorgulayıcı, hayal dünyalarını geliştirici, eleştirel düşünceyi pekiştirici ve kimlik oluşturmaya, aynı zamanda ideal sahibi olmalarına ve yeteneğe yönelik bir eğitim anlayışı öne çıkmalıdır.
Sonuç olarak eğitim sistemimiz için kısaca şunları önerebiliriz:
1- Her şeyden önce sistem, çocukların kalbine hitap etmeyi bilen idealist öğretmenler üzerine yeniden kurgulanmalıdır. Verimsiz, pedagojik olarak olumsuz sözde öğretmenler derhal okullardan uzaklaştırılmalıdır.
2- Kesinlikle müfredat azaltılmalı, yarıya düşürülmelidir. Bunun yerine uygulamalı atölye çalışmaları konulmalıdır. Atölye çalışmalarıyla aktif öğrenme bizzat gerçekleştirilmelidir. Çocuklar burada öğrendikleri bilgiyi asla unutmayacaklar ve faydasını hayat boyu göreceklerdir.
3- Film, çizgi film ve belgeselleri de içine alan değerler eğitimi ve ideal hayat felsefesi oluşturmaya yönelik destek eğitimi burada önem arz etmektedir. Görsel sanatlarla eğitim bugün gerek eğlenceli, gerekse tesirli oluşu sebebiyle gereğince kullanılmalıdır.
4- Sınav sisteminin etkinliği azaltılmalı, yeteneklere yönelik performans çalışmaları da yeterince ön plana çıkarılarak etkin hale getirilmelidir. Kendi yeteneğine uygun çalışan çocuk daha heyecanlı ve istekli olacaktır.
Bu kısaltılmış tavsiyelerimiz umuyoruz ki eğitimi daha kolay, milli, insani, eğlenceli ve cazip hale getirecektir.
Okullar Hem Bilgelik Hem Beceri Öğretmeli
İdris Topçuoğlu / Acıbadem Okulları Genel Müdürü
Öğretmenlerin ya da okulların, bilginin tek kaynağı ve bir konunun nihai otoritesi olma prestijini başka kaynaklarla paylaşmak zorunda kaldıkları bir dönemi yaşıyoruz. Bu gelişmenin hem okula bakan ve hem de öğrenciye bakan tarafları söz konusu. Öğrencilere bakan tarafı, bugünün dünyasında iyi bir gelişim için sadece okulla bağlantılı kalmak gerekmiyor. Artık teknolojik imkanlar sayesinde irtibata geçebileceğiniz çeşitli online eğitim platformları ve benzeri ortamlar size gelişiminiz için pek çok fırsatlar sunuyor. Bugün Türkiye’nin herhangi bir yerinde internete bağlanabilirseniz Harvard, MIT gibi okulların sertifikalı eğitimlerini de alabilirsiniz. Yani “Türkiye’de Oxford vardı da biz mi okumadık” deme lüksü artık yok.
Bu konunun okullara bakan tarafı da çok önemli, okulların da kendilerini hızla dönüştürmeleri gerekiyor. Okulların hem bilgelik hem beceri öğretecek ya da beceri aracılığı ile bilgelik öğretecek bir tasarıma doğru gitmesi gerekiyor. Öğrencinin pasif olduğu, temel olarak belli bilgilerin ezberlenmesi ya da öğretilmesinin esas alındığı ve bunları yapılan testlerde geçenlerin en başarılı kabul edildiği bir düzeneğin tek başına günümüzde yeterli olduğunu söyleyemeyiz. Bugünün okullarının ilk meselesi bilgi aktarmaktan ziyade bilgi sevgisini, öğrenme sevgisini çocuklara verebilmek, bilgiyi nasıl elde edebileceklerini, nasıl öğreneceklerini öğretmek ve merakı beslemek olmalıdır.
Kaldı ki günümüz gençlerinin, bundan on ya da yirmi yıl sonra neler bilmesi gerektiğini kesin olarak tahmin edemeyiz, dolayısıyla bugün ne öğrendiklerinden ziyade kendi kendilerine öğrenmeyi nasıl gerçekleştirebileceklerini onlara öğretmeye odaklanmamız çok daha önemlidir. Şu anda popüler olduğunu düşündüğümüz mesleklerin bile 20 sene sonra var olabileceklerini kestiremediğimiz bir hızla dünya değişiyor. Böyle bir ortamda okullar, öğrencilerini geleceğe çok daha iyi hazırlayabilmeleri için bilgi aktarma merkezli yaptıkları çalışmaları yeniden dizayn etmeliler. Bunun için de okullar programlarını yaparken, öğretmenler derslerini planlarken; dijital çağ okuryazarlığı, kritik düşünme ve problem çözme, iletişim ve işbirlikçi çalışma, liderlik, inovasyon, esneklik ve uyum sağlayabilirlik, üretkenlik, hesap verebilirlik gibi becerileri kazandıracak şekilde planlamalar yapmaları gerekiyor.
Sonuç olarak bilgiye ulaşmanın alabildiğince kolaylaştığı, bilgi üretiminin son hızla ilerlediği dolayısı ile değişimin çok temel bir mesele haline geldiği dünyamızda bahsi geçen becerileri kazanmak, içselleştirmek öğrencilerimizi her dönemde etkin ve başarılı kılacaktır.
Liyakat Olursa Eğitimde Çığır Açarız
Mahmud Bıyıklı / Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şube Başkanı
Türkiye’de eğitimin temel problemi milli eğitim politikamızın olmamasıdır. İktidara gelen partilere göre değişen bir sistemle nereye varılabilir ki? Bırakın farklı partileri aynı partinin farklı bakanlarına göre sürekli değişen bir türlü oturmamış eğitim sistemimiz var. Daha doğrusu sistemsizliğimiz var.
Eğitime yön verecek üst düzey yetkililer Türkiye’nin yarınlarına dair ufuk açacak, yön verecek bir ekip kurması beklenirken eş dost akraba meşreb duvarını yıkamadığı için beklen ve özlenen kadro kurulamıyor. Liyakat dillerde artisttik bir kelime. Uygulamada ara ki bulasın...
Yüzbinlerce öğrencinin istikbaline yön verecek bir ilin Milli Eğitim Müdürünü, o ilin lise okumamış, üniversite eğitimi almamış il başkanının belirlediği günleri gördük. Bu sadece a partisi b partisinin değil her dönemin sorunu. Bir de sendikalar var. Paralel bir milli eğitim gibi çalışıyorlar. Liyakat sahibi insanları değil de kendi üyelerini bir yerlere getirmekle meşguller. Burada herhangi bir sendikayı kastetmiyorum. Sağdakiler de aynı, soldakiler de aynı. Hangi görüşten olursa olsun vahim hatalarda birlik oluyoruz maalesef. Bu hatalardan vazgeçersek eğitimde çığır açabiliriz.
Eğitimin en güzel fotoğrafını öğretmen odaları verir. Hiç öğretmen odasına girdiniz mi bilmem. Ben girdim. Gazete okumayan, dergi takip etmeyen, kaliteli kitaplar okumaktan sıkılan, öğrencilerden sürekli şikayet eden, müdürünü beğenmeyen, ek dersin ücretinin yattığı günün dışında fazla mutlu görünmeyen yüzler görürsünüz. İşte bu yüzler gülmeden eğitimin yüzü gülmez. Eğitimin ana aktörü öğretmeni mutlu edecek, motivelerini artıracak politikalara ihtiyacımız var. Maddi iyileştirmeden tutun da manevi desteğe kadar çok şey var yapılmayı bekleyen. İnşallah Sayın Bakanımız Ziya Selçuk sağlam adımlarla önemli atılımlar yapar. Duamız başarılı olması içindir.
Eğitim Fakültelerinin Niteliği Artırılmalı
Ömer Avcı / İstanbul Medeniyet Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi
Eğitim Bilimleri, Öğretmen Yetiştirme Temel Alanı ve Yetişkinler Eğitimi üzerine uzun yıllardır çalışan Dr. Ömer Avcı ile güncellenen bilgi karşısında yenilenmesi gereken önceliklerimizi, öğretmen niteliğinin arttırılmasını ve yetişkin eğitimi konularını masaya yatırdık.
Hocam bilgi sürekli güncellenirken biz okullarda çocuklarımıza esas olarak neyin bilgisini vereceğiz? Bilgiye ulaşmayı öğretmek daha mı kıymetli bugün?
Bilginin sürekli güncellenmesi, üretilmesinin ne anlama geldiği üzerinde durarak başlamak daha uygun bir yaklaşım olacaktır. Kabaca söylemek gerekirse, insanlık tarihinin bugüne kadar ürettiği bilgi kadar şu anda neredeyse her on yılda bilgi üretilmektedir. Bu yeni bilgiler bazen eskiden doğru olarak bilinenlerin yanlışlanması anlamına da gelebilmektedir. Böylesine muazzam miktar ve derinlikte bilginin içerisinden hangisinin daha doğru ve güncel olduğunu ortaya koymak o kadar kolay değildir. Belki de bu yaklaşım yanlıştır. Demek istediğim, madem bilgi çok hızlı olarak üretiliyor, gelişiyor, yanlışlanıyor, o halde hangi bilginin öğretileceğine karar vermek o kadar kolay değildir. Daha doğrusu bilginin doğası gereği doğru da değildir bu yaklaşım. Bu arada öğrenmenin (ve pek tabi ki eğitimin) ne olduğu üzerine de kafa yormalı.
Öğrenme salt bilgilerin zihinde depolanması değildir. Bilgi boyutu olduğu gibi, beceri (davranış) ve duygusal boyutları da mevcuttur. Doğru düşünebilmenin, temel becerilerin ve duyguları anlamının ve kontrol etmenin öğretilmesi daha elzemdir. Doğru düşünmekten kastım yalnızca bilgiyi saymak değildir. Eskilerin “malumat füruşluk” dediğinin en alasını bilişim teknolojisi yapmaktadır. Öğrenilen herhangi bir bilginin hayata uygulanması, başka bilgi ve becerilerle sentezlenerek yeniden üretilmesinin öğretilmesi çok önemlidir. Üst düzey bilişsel düşünme becerileri diye adlandırılan uygulama, analiz, değerlendirme ve yaratma üzerinde durmamız gereken becerilerdir. Tüm bu düşünme becerilerine bir de mutlak surette eleştirel düşünebilmeyi de eklemeliyiz. Eleştirel düşünme bilgi yığınları içerisinde hangisinin gerekli ve doğru olduğuna karar vermenin anahtarlarından biridir. Daha somutlaştırma adına bir örnekle açıklamak gerekirse, son zamanlarda Türkiye’de robotik ve kodlama üzerine çok fazla durulmaya başlandığını gözlemliyoruz. Öyle ki, sanki bu geleceğin yegâne, olmazsa olmaz bilgi ve becerisi gibi sahiplenildi. Önemsiz olduğunu söylemiyorum, ancak bunun bir araç olduğu, önemli olanın yukarıda bahsedilen düşünme, akletme yetilerinin olduğu gözden kaçırılıyor. Robotik veya kodlamayı çok iyi bilen ancak yaratıcılığı, eleştirel düşünebilme yeteneği veya etik değerleri olmayan birinden fazla bir şey beklenemez. Yabancı dili ele alalım. İngilizce bilmek bilgiye ulaşma açısından çok önemli. Peki sormak lazım, dil bilen herkesin yaratıcı, analiz edici, ya da eleştirel düşünebilme yetenekleri hangi seviyededir?
Eğitim konusu tartışılırken mesele en nihayetinde öğretmenlerin niteliğinin artırılmasına geliyor. Sizin bu konuda önerileriniz nedir, ne yapılmalı?
İğneyi kendime, kendimize batırmakla başlamalıyım. Türkiye’de öğretmen yetiştirme işi eğitim fakültelerinin görevlerinden biri. Öncelikle eğitim fakültelerinin niteliği sorgulanarak başlanmalı. Öğretmen niteliğini tartışmaya, öğretim üyelerinin niteliğini tartışarak başlamalıyız kanaatimce. İlk olarak, eğitim fakültelerinin nitelikleri artırılmalı. Bu arada bu meselenin basit formülü olmadığını da belirtmeliyim. Bir dizi liste verip tüm bunlar gerçekleşir demek son derece indirgeyici ve sığ bir yaklaşım olur. Eğitimin sosyal ve kültürel dinamikleri var. Bir boşlukta oluşmuyor bu sorunlar. Öğretmenliğe “basit ve rahat, başka bir meslek olmazsa olunacak, gözde başka bir mesleğe puan yetmeyince gidilebilecek son tercih” diye bakılmasının ve önceliğin maddi kaygıların olduğu bir kültürün öğretmen niteliğine yansıması kaçınılmazdır.
Bilinçli ve eğitime gerçekten inanan öğretmen adaylarının, iyi yetişmiş ve eğitimi kendisine dert edinen etik değerleri yüksek öğretim üyelerinin olduğu eğitim fakültelerinde, gerekli teorik ve pratik alt yapıları alarak nitelikli öğretmenler olabilirler.
Siz yetişkin eğitimi üzerine uzun yıllardır çalışıyorsunuz. Bu hususta yol almamız için pratik olarak sizce neler yapılmalı?
Türkiye’de yetişkin eğitimi alanında yetişmiş öğretim üyesi açığı çok fazla. Dolayısıyla da bu alandaki akademik program sayısı çok yetersiz. Öncelikle bu alanların önünün açılması ve gereken önem verilmesiyle başlanabilir. Daha sonra yetişkinlerin eğitimiyle ilgilenen ve bu konuda yeterliğini artırmak isteyen herkese yönelik sertifika benzeri eğitici eğitimi programları geliştirilebilir.
İstatistikleri Düzeltmeye Çalışmaktansa İnsana Odaklanalım
İbrahim Hakan Karataş
İstanbul Medeniyet Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi ve Öncü Okul Yöneticileri Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Dr. İbrahim Hakan Karataş ile eğitimde niteliğin nasıl artacağını konuştuk. İbrahim Hoca, güçlü okul yönetimlerini, istikrarlı politikaları ve hızlı karar almak yerine akl-ı selimi öneriyor.
Okullarda, kampüslerde verdiğimiz eğitimde genel anlamda bir sorun olduğunu düşünüyor musunuz?
Ben tam olarak sorun olduğunu düşünmüyorum. Eğitim sistemi, mikro ve makro düzeyde değerlendirilmesi gereken bir konu. Eğitimin mikro boyutu benim kampüste okulda bir hoca olarak öğrencilerimle geçirdiğim zamanın verimliliği, etkililiğini ifade ediyor. Bu boyuttan baktığımda, dersine iyi hazırlanan, dersini aksatmadan yapan, dersin gereklerini yerine getiren bir öğretim elemanı için eğitim süreci amacına ulaşıyor demektir.
Makro düzeyde baktığımda yani ulusal eğitim politikaları ve bu politikaların eğitim kurumlarında uygulanması söz konusu olduğunda bunu da eğitim politikaları ve kurum yönetimi olmak üzere iki boyutta değerlendirmek gerekir. Ulusal eğitim politikaları, aşırı merkeziyetçi bir anlayışla geliştirildiğinden herkese uyan bir model için çaba harcanıyor. Bu da herkesi eşitleyen, bireysel ve bölgesel farklılıkları yok sayan bir yapı oluşturuyor. Görünüşte eşitlikçi ve dolayısıyla adil bir yaklaşım gibi görünse de doğaya aykırı bir durum ortaya çıkıyor.
Biz farklı farklıyız ve herkese uyan bir model bulmak mümkün değildir. Ulusal eğitim politikalarının diğer bir handikapı ise ideolojik yaklaşımların gerçek ihtiyaçlara yönelik rasyonel yaklaşımlardan bizi uzaklaştırması. Gerçi bu tarz politikaların çok haklı gerekçeleri var. 28 Şubat süreci ile örnekleyeceğimiz deneyimler, FETÖ deneyimi bizim eğitim politikalarına ideolojik yaklaşmamızı gerektiriyor. Ne var ki bu durum aynı zamanda bir zaaf da oluşturuyor. Her kararımızda bu korkularla hareket ettiğimizde beşeri sermayeyi geliştirecek rasyonel, verimli, etkili eğitim politikaları üretmekte güçlük çekiyoruz.
Eğitim kurumları düzeyinde değerlendirdiğimizde okul öncesi okullardan üniversitelere kadar eğitim kurumlarımızın profesyonel yönetilmediğini söylemek umarım kimseyi kızdırmaz. El yordamıyla, günübirlik kararlarla kurumlarımız güçlü vizyonları ve istikrarlı eylem planlarını oluşturamıyorlar.
Peki bu profesyonel yönetilmemeyi ve güçlü vizyona sahip olmamayı nasıl aşacağız?
Cesaretle aşırı merkeziyetçilikten kurtulmalı, eğitimin 21. yüzyılın ihtiyaç ve beklentilerini karşılayacak biçimde rasyonel yönetilmesini sağlamalı, eğitim kurumlarına profesyonel eğitim kurumu yöneticileri getirmeli, özerklik ve hesapverebilirlik süreçlerini güçlendirmeliyiz.
Biz eğitimi çoğu sefer bilgi aktarımı ve test yapmaktan ibaret görüyoruz. Öğrencilerimize bir beceri, meleke kazandıramıyoruz.
Bu mesele bu kadar basit değil. Eğitim mi toplumu, toplum mu eğitimi yönlendiriyor? Ekonomi velilerin, çocukların eğitimleri hakkındaki kararlarında ne kadar etkili oluyor? Ekonomisi derinleşmemiş toplumlar, garantili işlere yönelirler. İstikrarlı ve gelecek kaygısı olmayan toplumlar daha girişimci olur, daha fazla risk alırlar. Bizim sorunumuz test değil istikrarlı yönetim ve derinleşmiş ekonomi. Mesela ben size sorayım: Doların bu kadar hareketli olduğu bir ortamda kaç iş adamı parasını yatırıma aktarır? Mesela sanatçılar bu ülkede para kazanabilir mi? Mesela yenilikçi fikirleri olan gençler bir girişimde bulunmak için kendilerini ne kadar güvende hissederler?
Çok az.
Yani bu bir dalga. Ve bu dalga halka halka toplumun bütün kesimlerini etkiliyor. Veli, öğretmen, rehber öğretmen çocuğu bu dalgaya göre yönlendiriyor. Okul yöneticisi, okul başarısını, bu dalga doğrultusunda tanımlıyor.
Yeni Milli Eğitim Bakanından ve YÖK’ten neler beklemeliyiz sizce?
Bu kadar büyük, zengin ve renkli bir ülkede YÖK ve MEB’den çok şey beklemeliyiz elbette ama galiba bunların en önemlisi stratejik üst akıl olmaları. Yani kısa, orta, uzun vadeli rasyonel planlamalar yapmak ve bu planları istikrarla yürütmek. Günübirlik kararlardan kurtulmak. Mesela şimdi 5 yıllık bir istikrar döneminin hemen başındayız. MEB ve YÖK, her ne ise dönüştürmek istedikleri bunları 6-9 ay tartışsa, bir beyaz kitap yayınlasa, 1-2 yıl pilot uygulama yapsa ve son 2 yılında da uygulamaya geçirse. Akşam karar alıp sabah uygulamasa yani.
Kodlama öğretme konusu sizce çok abartılmıyor mu? Herkesi mühendis mi yapacağız?
Kodlama konusu şüphesiz çağın gerçeklerinden biri. Zaman zaman moda gibi daha yaygın bir hal de alır. Gerçi dünyada kodlamaya yönelik büyük bir ilgi var. Bugünlerde Türkiye’de de bunu yaşıyoruz. İnsanoğlunun doğa ile savaşta kullandığı son silah bilgisayar. Bu da kodlama ile çalışıyor.
Eğer dünyanın son birkaç asırdır girdiği yolda aynı yönde ilerlemeye devam edeceğine inanıyorsanız, ve üretmek, zengin olmak, kalkınmak, sermaye biriktirmek, gelişmiş ülke olmak ve bol bol tüketmek istiyorsanız mecburen bu trende dahil olacaksınız. Bunun teknik bilgi ile olduğu kabul ediliyor. Yani mühendislik hâlâ önemini koruyor. Biz de gelişmiş ülke olmak için mühendisliği hala çok önemsiyoruz. Kalkınma serüvenimizi bir noktaya ulaştırdığımızda ortaya çıkan sosyal problemleri anlamak ve çözmek için sosyal bilimlere yöneleceğimiz zamanlar da gelecek.
Kars’taki çocuk ile Gümüşhane’deki; Konya’daki ile İzmir’deki aynı eğitimi mi almalı? Yani kimyayı, edebiyatı, coğrafyayı aynı müfredatla aynı şekilde mi anlatmalıyız? Buradan verim çıkar mı?
Bu soru, çok yönlü ve karmaşık bir konuyu ele alıyor. Eğitime, topluma, insana, dünyaya nasıl baktığınızla ilgili bir konu. Durkheimci bir yaklaşımla cevaplamam gerekirse –ki Durkheim’in yaklaşımları bizim toplum ve eğitim sistemimizi şekillendirmiştir- eğitim sosyal sınıflar arasındaki hareketliliği sağlayan önemli bir kurumdur ve milli birliği, bütünlüğü sağlar. Bu sebeple ulus devlet ülkenin her köşesindeki vatandaşına eşit fırsatlar sunar, imkanları yeterli olmayanları destekleyerek bu sosyal eşitsizliği ortadan kaldırmaya çalışır. Bu olmazsa devlet ayrımcılık yapmış olur. Ayrıca milli bütünlüğü de sağlamakta güçlük çekersiniz. Devlet de böyle yapıyor.
Ben size sorayım: Kars’taki ile İzmir’deki öğrencilere edebiyat, coğrafya, kimya derslerini nasıl farklı yapacaksınız? İşin özü şudur: Temel eğitimde –ki artık lise sona kadar temel eğitim sayılır- çocuklara ve gençlere temel becerileri kazandırmak, yüksekokul ve üniversitelerde yöresel ve bölgesel kalkınmaya destek olacak mesleki eğitimlere, araştırma geliştirmeye, saha odaklı projelere, girişimciliğe odaklanmak. Yani özelleşmesi gereken üniversitelerdir. K12 ise düşünme, iletişim, yaratıcılık, sosyal etkileşim, dil öğrenme, estetik bakış açısı kazanma, spor ve sağlıklı yaşam becerileri kazanma, kültürel farkındalık, öğrenmeyi öğrenme gibi temel becerilere odaklanmalıdır.
Türkiye’de şöyle bir gerçek var: Yoksul ailelerden gelen çocuklarımız yeterli eğitim olanağına sahip olamıyorlar çoğu sefer. Ek bir eğitim olanakları ya da bilgiye kolayca erişim durumları kısıtlı. Okul öncesi eğitim zaten alamıyorlar. Bu durum PISA gibi istatistiklerde çok büyük olumsuz etki yapıyor. Bunu tersine çevirmek için neler yapılmalı sizce?
BM de dahil olmak üzere bütün uluslararası kurumlar on yıllardır bu meseleye çözüm arıyorlar. Sizin sorunuzdaki anahtar bir kelimeden hareket ederek şunu söyleyebilirim: İstatistikleri düzeltmeye çalıştıkça maalesef bu iş zor. İnsana odaklanmak gerekiyor. Her bir insanın özel ve değerli olduğuna inanmamız gerekiyor. İstatistikler, gelişme, kalkınma, zengin olma, tüketme ile ilgili çağrışımlar yapıyor bende. Oysa görece imkanları düşük olsa da insanlar barış, sevgi ve huzur içinde yaşayabilirler. Yine bir soru ile cevap vereyim: Mesela ülkemizdeki herkesin kalkınmış bir ülkenin ortalama vatandaşı gibi görece imkanları düşük 50-60 insanın tükettiğini tüketecek seviyeye gelmesi için mi çabalamalıyız yoksa birinci gruptaki insanların bu aşırı tüketimi makul bir düzeye indirmek için mi?
Önce Öğretmenler Heyecan Duymalı
Nuri Özkan
Eğitimci Nuri Özkan ile eğitim meselesini geniş bir çerçevede ele almaya çalıştık. Kendisi İstanbul Gönüllü Eğitimciler Derneği (İGEDER) Yönetim Kurulu Üyesi, TEKDEN Kolejleri’nde idareci ve ayrıca Türkiye Üstün Zekâlı ve Dâhi Çocuklar Vakfı (TÜZDEV) Başkan Yardımcısı. Eğitimin içinden bir ses yani. Özkan, öğretmenlerin ve müdürlerin eğitimden heyecan duyması gerektiğine vurgu yapıyor ve eğitimin temel gayesinin “iyi insan yetiştirmek” olduğunun altını çiziyor.
Eğitim konusu daima tartışılan bir mesele oldu cumhuriyet tarihimiz boyunca. Sizce tam olarak nerede hata yapıyoruz?
Eğitimin ana gayesi olan “iyi insan” yetiştirme hedefinin, toplumu dönüştürme ve kültürel asimilasyon çabası ile gerçekleşebileceğini zannettik. Düşman ülkelerin bir vatanı işgal ile yapmak istediklerini bizler kendi insanlarımıza yaptık, yapmaya çalıştık. Öyle olunca uzun yıllar eğitimimiz ve eğitim kurumlarımız toplumla barışık olamadı.
Eğitim kurumları ve eğitimin ana hedeflerine yanlış dönüştürme politikalarından ötürü toplumun büyük kesimi direnç göstermek zorunda kaldı. Eğitim kurumları elbette toplumsal dönüşüme ve değişime öncülük yapar. Bu çok önemli bir vazifedir. Bu vazifeyi eğitimi milli, insani, ahlaki ve dini değerlerinden uzaklaştırmadan yapmak esastır.
Biz bunun tam tersini yaptık diyorsunuz?
Evet. Yıllarca bu çelişki toplumumuzu eğitimden uzaklaştırdı. Ve biz sadece öğrenme faaliyeti yaptık. Bir yerleri kazanmak, bir üst okullara gitmek adına sadece bilgiyi öğrendik.
Esas gaye ne olmalıydı peki?
Okullar hayatın ta kendisi olmalıydı. Hayatı öğretmeliydi. Çünkü eğitim hayattır. Hayata hazırlıktır, öğrenme ve öğretim ise diploma almaya dönüktür. Bizler diplomalı insan sayımızı hızla artırdık, okuma –yazma oranımızı hızla artırdık. Bunun için yarıştık.
Öncelikler o oldu ama sonra uzun vadeli başka hedefler koyamadık yerine.
Evet. Bunun için ek kurumlar ihdas ettik. Okulları eğitimden uzaklaştırdık. Bunun sonucunda karnelerimizin hep sol tarafı değerli oldu. Sağ taraflarını hiç önemsemedik. Sol tarafı için okullara gönderdik. Sol tarafı için öğretmene yüklendik. Öğretmen hep sol tarafı için veli ile yüz göz oldu. Bu taraftan hesap verdik. Hayatı karnemizin sol tarafındaki aldığımız notlardan, puanlardan ibaret saydık. Peki ne oldu? Bilgisini sınavlarda kullanan ve kullanabilen ama hayat başarısı, performansı için temel değerleri ve felsefesi olmayan insanlarımız oldu.
Bu ay okullar açılıyor. Fakat çocuklarımız ve genç arkadaşlarımız okullara, kampüslere güle oynaya gitmiyor. Eğitim hayatımızda heyecan verici bir unsur değil gibi. Neden böyle sizce?
Okullar inşallah 17 Eylül’de açılacak. Yaklaşık on sekiz milyon öğrencimiz okul öncesi, ilkokul, ortaokul ve liseye başlayacak. Ardından kampüsler eğitime başlayacak. Okul ve okul ortamı genel olarak heyecan verici olmalıdır. Hedefler fertlere heyecan verici gelmelidir. Okullarımızı ve okul ortamlarımızı bu heyecan duygusundan uzak görüyorum.
Bu heyecanı başta okul yöneticileri ve öğretmenler duymalı ve yaşamalılar. Bir özlemle beklemeliler öğrencilerini. Her geçen gün bu bekleyişte bir azalma görüyorum. Bir milyona yakın öğretmenimiz başta olmak üzere okul müdürlerimiz ne zaman öğretme heyecanını üst düzeyde hissederlerse işte o zaman çocuklarımız da okula heyecanla gelirler.
Öğretmenlik bir aşk işidir. Bu aşkı yeniden eğitime taşımalıyız. Bu mesleğin en önemli harcı “iyi insan” yetiştirme sorumluluğunun heyecanını taşımaktır. Nurettin Topçu “Öğretmen ruhların sanatkârıdır” diyor. Dünyanın en büyük mesûliyetini sahiplenen kişi olarak tanımlıyor. Okula gitmeyi mâbede gitmekle kıyaslıyor ve diyor ki “Kırk yıl öğretmenlik yaptım. Okula mabede gider gibi gittim, sınıfa abdestsiz girmedim.”
Güçlü bir idealizme sahip öğretmenlerimizin var olduğu okullarda veya sınıflarda çocuklarımız üst düzeyde okul heyecanı yaşıyorlar. Bunu hep gördük. Görmekteyiz. İşte bunun sayısını artırdığımızda okul heyecan verici olacaktır. Öğrenme heyecan verici olacaktır. Bunun ardından ailelerimiz bu heyecana kapılıp öğrenmenin ve eğitimin, doğal ve heyecan verici olduğunu anlayıp çocuklardan doğru şeyleri bekleyeceklerdir. Ailelerin okullardan sınavlara hazırlık beklentisi olmayacaktır.
Günümüzde sürekli güncellenen bilgiden dolayı çocuklarımıza ne öğreteceğimiz tartışmalı bir konu haline geldi. Bilginin kendisini mi, yoksa öğrenmenin yollarını mı öğreteceğiz?
Bilginin kendisi tek başına amaç olmaktan çıkıp, bireyler öğrenmenin yollarını öğrenmelidir. Heyecan ve idealizme sahip bir eğitimci öğrenmeyi öğretir. Bakanlığımızın belirlediği, zaman zaman da güncellediği müfredat bir araçtır. Amaç değildir. Değişen bilgilere karşı uyum sağlaması gereken öğretmendir. Motivasyonu güçlü, heyecanı yüksek idealist bir öğretmen bu aracı çok güzel bir şekilde kullanır. Öğrencilerini hayata hazırlamayı sadece bir sınavdan ibaret görmeyen öğretmen hep bilginin değişebileceğini fark ettirir. Asıl olan öğrenmenin yollarını bilmek ilkesini hâl ve kâl diliyle ifade eder. Dolayısıyla güncellenen bilgilere dönük tartışmaları hep gereksiz görüyorum. Bu araç günümüzde çok hızlı bir şekilde değişmektedir. Önemli olan değişen bilgilerin varlığı ve çokluğu değil, önemli olan eğitimin yönüdür. Ana hedefidir. İşte burdan sapmamak gerekir.
Yeni Milli Eğitim Bakanı ile eğitimde ciddi iyileşmelerin olacağını düşünüyor musunuz? Ümitvar mısınız?
Yeni bakanımız Sayın Ziya Selçuk eğitimci bir isim. Eğitim kökenli. Yıllardır hem akademik araştırma yapmış ve hem de okullarda bu çalışmalarını uygulamış bir kişi. Kamuoyunun genelde sevdiği, kabul ettiği bir kişilik. Değerli bir şahsiyet. Doğrusu ben çok sevindim. Seminer ve konferansları hep ilgimi çekmiştir.
Eğitimde farklı yaklaşımlar uygulanır. Bu yaklaşımların veya modellerin çoğu milli değildir. Sayın bakanımızın milli bir eğitim yaklaşımı-modeli vardır. “Dokuz Mizaç Modeli” diye bir yaklaşım. Kısacası eğitimin şifrelerini bilen bir kişi. Yukarıda benim ifade etmeye çalıştığım hususlarda benzer düşüncelere sahibiz veya ben onun düşüncelerine katılıyorum. Kamuoyuna verdiği mesajlara bakarsak hep öğretmen motivasyonu ve öğretmenin güçlendirilmesi üzerinedir. Bu çok doğru bir mesajdır. Diğer bir husus eğitimin milliği meselesini çok iyi bilen birisidir. Üçüncüsü eğitimin milli olması meselesi ile birlikte “eğitimin ortak paydasının dindarlıktan ziyade eğitimde ortak payda ahlak olmalıdır” bakışıdır. Bu kucaklayıcı bir yaklaşımdır. Diğer bir husus, dördüncü diyebiliriz, okul türleri arasındaki bazı tartışmalara dönük verdiği mesaj. Bütün öğrenciler bizimdir. Öğrencinin imam hatiplisi, anadolu liselisi olmaz. Devlet bütün öğrencilere eşit ve adil yaklaşır. Hiçbir öğrenciyi ayırt etmez. Bu böyle olduğu için söylemiyorum. Böyle bir ayrım olduğunu da söylemiyorum. Oluşturulmak istenen algıya karşı duruşunu ifade etmek için söylüyorum bunu. Kısacası doğru bir tercih. Eğitimin şifrelerini bilen bir bakanın atanmasında çok geç kaldık. Ben şimdiden kendisine başarılar dilerim.
Son olarak beyin gelişimin yüzde 90 oranında tamamlandığı 0-6 yaş arasında verilmesi gereken eğitim için okuyucularımıza pratik önerileriniz olur mu? Sizin bu alanda çalışmalarınız olduğunu biliyorum.
0-6 veya 0-8 yaş dönemi çocuklarına erken çocukluk dönemi denilmektedir. Bu çağ nüfusunun eğitimi çok önemlidir. Biz İstanbul Gönüllü Eğitimciler Derneği (İGEDER) olarak bu önemden dolayı 2016 yılında Haliç Kongre Merkezinde Uluslararası Erken Çocukluk Dönemi Kongresi yaptık. Sayın Cumhurbaşkanımızın kapanışında sonuç bildirisini dinlediği ve kapanış konuşması yaptığı ve Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı beyin katıldığı ve yurt içi -yurt dışı bir çok akademisyeninin bildiri sunduğu ve atölye çalışmaları yaptığı kongrenin sonuç bildirisini on sekiz madde olarak yayınladık. İGEDER’in web ve Facebook sayfasından bu dokümanlara ulaşabilirler.
Bu dönemi eğitimde gömleğin ilk düğmesini doğru iliklemek gibi olarak görmeliyiz. Gömleğin ilk düğmesini doğru ilikleyebilmek için önce anne-babalara iş düşer. Çünkü eğitim önce ailede başlamaktadır. İGEDER’in kongresinde “ne kadar erken, o kadar iyi” bercestesinin ilk akla gelen anlamı okul öncesine erken başlamak gibi düşünülse de, aslında ailede ki eğitimin önceliğine vurgu vardır.
Eğitim ailede başlar. Eşler anne-baba olmaya karar verdikleri anda çocuk eğitimi başlar. Terbiye ailede başlar. İlk rol model öğrenme ve öğretim ailenin eseridir. Dolayısıyla benim önerim şu: Anne-baba olmaya karar vermeden ailenizin değerlerini, iletişim biçiminizi belirleyiniz. Hâl ve kâl dilinizi uyumlu hale getiriniz. Çocuğunuza anne karnında iken örnek insan olabilmenin adımlarını atınız. Vermek istediğiniz değerleri ve kültürü en iyi anne-baba olarak sizler verebilirsiniz. Bunun üzerine okul inşâ eder.
Teşekkür ederiz hocam.
GENÇ Dergisi okurlarına ve gençlerimize sağlık, sıhhat, afiyet içinde mutlu bir hayat, başarılı bir eğitim diliyorum.
GENÇ'ın Yazısı.