Cep telefonlarının çalmadığı halde çantada ya da cepte çaldığını/titrediğini zannederek kontrol etmeye “Hayalet Titreşim Sendromu” deniliyor. Hepimizin yaşadığı bu durumun literatürde kendine yer bulması aslında bu durumu masum ve normal olmaktan çıkartıyor, dikkat edilmesi, önlem alınması gereken bir durum haline getiriyor.

Nedir?

Kullandığımız aletlerden tutun da dış görünüşlerimiz, tepkilerimiz, duygu-düşünce durumlarımız ilk çağlardan günümüz modern zamanlarına kadar nice evrelerden geçti, geçiyor.

Teknoloji devrimi ile hayatlarımıza etki eden pek çok faktör var. Bunlardan birisi, belki de en önemlisi akıllı telefonlar ve internet erişimi. Günlük hayatımızın hemen her anının vazgeçilmezi olan akıllı telefonlar aracılığı ile sosyal medya kullanımı, sürekli çevrimiçi olma, gelişmelerden haberdar olma, varlığını sanal ağlar üzerinden ispat etme durumu gibi çok çeşitli haller ortaya çıkmıştır.

İnsanoğlunun tarih boyunca bu kadar hızlı bir değişime hiç şahit olmadığını hesap edersek, ortaya çıkan bozuklukları, adaptasyon süreçlerini psikoloji bilimi yakından inceliyor. İnternet çağı ile ortaya çıkan bu sıkıntılı durumlardan birisi de “Hayalet Titreşim Sendromu.”

Cep telefonlarının çalmadığı halde çantada ya da cepte çaldığını/titrediğini zannederek kontrol etmeye “Hayalet Titreşim Sendromu” deniliyor. Hepimizin yaşadığı bu durumun literatürde kendine yer bulması aslında bu durumu masum ve normal olmaktan çıkartıyor, dikkat edilmesi, önlem alınması gereken bir durum haline getiriyor.

Menşei: Hayalet Uzuv Sendromu

Sendrom adını sinir bilimdeki Hayalet Uzuv Sendromu’ndan alıyor. Herhangi bir uzvunu savaş, kaza, hastalık gibi çeşitli sebeplerden kaybetmiş kişilerin uzvun alındığı bölgede hâlâ o uzvu varmış gibi ağrı çekmesine Hayalet Uzuv Sendromu deniliyor. Kesilen uzuv yerinde olmasa bile bilinçli beyin bunu algılayamıyor. Beyinde vücudun bir tasavvuru var ve artık vücutta olmayan uzvun var olmadığını kabullenişi zaman alıyor. Kesilen uzuv hâlâ orada duruyormuş gibi tepki vermeye devam ediyor. Beynin bu yeni durumu kabullenme süresi uzadığı zaman hastalar ciddi manada sıkıntı çekiyor. Bu konuda en ilginç örneklerden birisi savaş esnasında bacaklarını diz kapağından itibaren kaybeden bir askerin ayak bilekleri ve tırnaklarında şiddetli ağrı hissetmesidir. Nöroloji ve psikoloji bilimleri hayalet uzuv sendromu ile yakından ilgilenmekte, bilimsel araştırmalar yapmaya devam etmektedir.

Cep telefonlarının insanın neredeyse bir uzvu gibi olduğunu düşündüğümüzde sendromun adı hakkını veriyor. Sinir bilimcilere göre sosyal medya paylaşımları insanda dopamin yani mutluluk hormonunun artmasına sebep oluyor. Belirli bir süre bu sinyali alamazsa beyin beklediği ve bağımlısı olduğu dopamini arayışa geçiyor. Ve aynı hayalet uzuvdaki ağrı gibi sanki çağrı/bildirim/mesaj vs. varmışçasına titreşim hissediyor.

Nomofobinin Devamı

Hayalet Titreşim Sendromu’nun geçmişine baktığımızda çok fazla uzaklaşmadan nomofobi ile karşılaşıyoruz. İngilizce “no mobilephone phobia” ifadesinin kısaltması olan “nomofobi”nin Türkçe karşılığı “akıllı telefonsuz kalma korkusu” olarak geçiyor. Akıllı telefonların hayatımızın hemen her alanında imkân ve kolaylıklar sağlaması ve bu imkanlardan mahrum kalma korkusu bu durumun asıl sebebi olarak görülüyor.

2008 yılında İngiltere’de Posta İdaresi tarafından yapılan bir araştırma neticesinde bu kavram ilk defa kullanılıyor. Bu tarihten itibaren de sık sık bu minvalde araştırmalar çeşitli kurumlar tarafından yapılıyor. Bu araştırmaların ortak noktası katılımcıların yüzde ellisinden fazlasının telefonundan ayrı kalma korkusu yaşadığı, telefonlarını hiç kapatmadıkları, uyurken bile yanlarından ayırmadıkları, şarjım/kontörüm biter korkusu yaşadığı yönünde.

e-Hastalıklar

Dijital araçların yaygınlaşması, sosyal hesapların hesapsızca kullanılması, kotasız erişim çağında insanların kendilerine kota koyamamaları, öz denetimlerini sağlayamamaları internete bağımlılık temelinde bir dizi e-hastalığın da ortaya çıkmasına sebep oluyor. Hayalet Titreşim Sendromu da elbette bunlara dahil. Diğerlerine de kısaca bir göz atalım. İnternetle hemhal olan her bireyin yaşadığı bu durumların literatürdeki adları neymiş birlikte görelim.

FOMO (Fear of Missing Out): En kısa tanımı ile FOMO; gündemi kaçırma kokusudur. Sanal ortamda kişinin gelişmeleri takip edememe kaygısı, olan biteni kaçırma endişesi ve bu durumdan dolayı kendisinde çok büyük bir eksiklik hissetmesidir. Uzmanlar FOMO’yu sanal bir uyuşturucu gibi değerlendiriyor ve insanın muhakeme yeteneğini kaybetmesine sebep olduğunu belirtiyor.

Ego Sörfü: Kişinin düzenli aralıklarla internette kendi ismini aratması ve kendisiyle ilgili bilgileri, yorumları düzenli olarak takip etmesine ego sörfü deniliyor. Bu durum kişinin kendisine hayranlığı anlamına gelen narsisizmin bir yansıması gibi değerlendirilebilir. Online narsisizm olarak ifade bulan ego sörfü ben merkezci halin sanal biçimidir.

Google takibi: Kişinin çevresindeki kişiler hakkında bilgi edinmek için sürekli arama motoru marifetiyle araştırma yapmasıdır. İnsanların kim olduklarını, neler yaptıklarını, nelerle ilgilendiklerini merak ederler ve bunu genelde gizli bir şekilde yaparlar.

Stalklama: “Stalk” İngilizce bir kavram olmasına rağmen internet ve sosyal medya kullanımının yayılması ile geçtiği ortamlarda herkes tarafından anlaşılan ve kullanılan bir kelime haline gelmiştir. Stalk, gizlice takip etmek demektir. Sosyal medyada başkalarının hayatlarını (çalıştığı, gezdiği, yemek yediği yerleri, zevklerini, yapıp ettiklerini, kimlerle olduğunu) karşıdaki kişinin haberi olmadan araştırmasına “stalklama” deniyor. Magazin programlarının bel kemiğini oluşturan kim kiminle nerede ne zaman ne yapıyor soruları çerçevesinde “tecessüs”ün hâkim olduğu bir hastalık yani.

Siberhondrik: Bu durumu internet kullanan herkes en az bir defa yaşamıştır herhalde. Herhangi bir rahatsızlık durumunda doktor muayenesine gitmeden önce hastalık belirtilerini arama motorlarına yazarak kendi kendine hastalık teşhisi koyma hastalığı diye tanımlanabilir. Bu yola girip de kendisini kanser ilan etmeyen henüz görülmedi. Başım neden ağrıyor, kalpte hafif sıkışma, ciltteki pullanma gibi çeşitli ifadelerle aratılan en sonunda kanser teşhisi konulan bir yol bu. İnternet bağımlılığı yüksek olan, otokontrol seviyesi düşük insanlarda daha çok görülüyor.

Photolurking: Facebook, twitter, instagram başta olmak üzere çeşitli sosyal ağlarda tanıdık-tanımadık fark etmeksizin kişilerin hesaplarına girip dakikalarca hatta saatlerce fotoğraflara bakma hastalığına verilen isim. Kısacası internet çılgınlığının insan psikolojisi, fizyolojisi, etik değerlerinde açtığı yaralardan birisi daha.

Cheesepodding: Bu tabirin Türkçe’de tam bir karşılığı bulunmuyor. Kişinin dinlese de dinlemese de sürekli mp3 indirmesinin hastalık derecesine ulaşmasına deniliyor.

Facebook Depresyonu: Yapılan araştırmalara göre Facebook’ta sürekli paylaşımlar yapmak aynı zamanda yalnızlığın önemli bir göstergesi. İnsanların kendilerini sürekli çok iyi durumda, eğlenirken, entelektüel bir çaba içerisindeyken göstermeleri duygu durumları ile alakalı önemli bir ipucu veriyor. Dünyaya kendini ispat etmeye çalışmak, başka hayatların en güzel yönlerini görerek kendi hayatından memnun olmamak, kıskançlık gibi duyguların birleşimi, facebook’taki hayatlara seyirci olmaktan kaynaklanan bir depresyon çeşidi olarak ortaya çıkarıyor.

İnternet Siniri: Mobil cihazlardaki performans düşüklüğü, uygulamaların geç açılması, istenilen sayfalara anında giriş yapamama, ekranın saniye farkıyla gecikmesi gibi durumlara sabredemeyen, sinirlenerek agresif haller sergileyen, ekrana defalarca tıklayan, elindeki cihaza geç açıldığı için zarar veren insanların yaşadığı durum internet siniri hastalığı olarak tanımlanmaktadır.

Selfitis: Amerikan Psikiyatri Derneği tarafından kullanılan “selfitis” terimi sürekli selfie çekip sosyal medyada paylaşan insanlar için kullanılıyor. Bu durumun alışkanlıktan hastalığa dönüşüp dönüşmediğini anlamak için “Selfitis Davranış Skalası” geliştirilmiş. Ayrıca Hindistan en fazla selfie çekilen ve tehlikeli yerlerde selfie çekilirken ölüme giden insanların yeri olarak kabul ediliyor.

Borderline Selfitis: Kişinin günde en az üç defa selfiesini çekmesi ama sosyal ağlarda paylaşmaması anlamına gelen ifade.

Nasıl Anlayacağız?

İnsan birkaç farklı açıdan kendisini gözlemlediğinde dahi internete bağımlılığını ölçebiliyor. Yeme, uyuma, okul/iş gibi hayati ihtiyaçları haricinde kalan bütün zamanını internette geçiriyor, internette olmadığı zamanlarda bile aklında sürekli internete bağlanma hayali varsa, bulunduğu ortamlarda ilk olarak Wİ-Fİ soruyor, prize yakın bir yerde konumlanmak istiyor, dijital medyaya haddinden fazla zaman ayırması sebebiyle rutin işlerinde aksaklıklar yaşıyorsa (uzun süre aç kalma, uykusuz kalma, okul/iş başarısında düşüş gibi), bağlantı kesikliğinde sinir/stres hali geliyorsa, ilişkileri suni ve yüzeysel bir hale büründüyse, insanlar konuşurken onları dinlemeyerek ekrana takılıp kalıyorsa, aklı sürekli sosyal medya paylaşımlarında aldığı beğeni sayısında, gelen yorumları merak içinde ise, tanıdığı ya da tanımadığı kişilerin günlük hayat paylaşımlarını görmediğinde kendisini her şeyden habersiz kalmış hissediyorsa bağımlı olma yolunda hızla ilerliyor hatta bağımlı olmuş demektir.

Doğal Karşılaşma Mekanları Out Sanal Mecralar In

Günümüz dünyasında insanları bir araya getirecek, toplanarak kaynaşmalarını sağlayacak ortamlar azalıyor. Eskiden köy meydanları, büyük şehirlerde selatin camiilerin merkeze alındığı imarethanelerin bulunduğu sosyalleşme alanları, entelektüel sohbetlerin edildiği kıraathaneler, insanların birbirleri arasında duygu-düşünce ve davranış tesiri oluşturduğu kamusal alanlar vardı. Şimdi ise kendisini internet ortamında ifade eden, sosyal mecralarda varlığını ispat etme çabası gösteren, işlerini sanal ortamlarda yürüten, suni ve yüzeysel ilişkilere mahkum modern insan var. Fakat bu sanal meydan daha fazla “arkadaş” sahibi olmaya zemin hazırlıyor gibi görünse de özünde insanı hem topluma hem kendisine karşı yalnızlaştırıyor ve yabancılaştırıyor. Her şeyde olduğu gibi internet kullanımında da dozu ayarlayamamak faydadan ziyade zarar oluşturuyor.

Sosyal Medya Detoksu, Dijital Diyet, İnternet Orucu

Yukarıda saydığımız e-hastalıklar dijital medyayı sınır koymadan kullanmanın oluşturduğu hasarların sadece bir kısmı. Değer erozyonu, kültürel aşınmalar, medeniyet mefhumunun içinin boşaltılması ve daha pek çok dejenerasyona sebebiyet vermekte. Aşırı ve sağlıksız beslenmeden kaynaklanan obezitenin tedavisi nasıl diyet yapmakla başlıyorsa dijital medyanın aşırı ve orantısız kullanımından kaynaklanan bağımlılığın ilk çarelerinden birisi de medya diyeti, internet orucu, sosyal medya detoksu diye tabir edilen uygulamaları hayata geçirmek. On beş dakika ekrana bakmadığında kaygı yaşayan modern ve akışkan insanın yapması gereken internetten aldığı hazzı ehilleştirmesi ilk şart.

Cam Cama Değil Can Cana

Dijital medyanın sebep olduğu depresif ruh halinden kurtulmanın çarelerinden birisi belki de en önemlisi sosyal medyadan sosyal meydana inmek, insanlarla cam cama değil can cana sohbet etmek, anlamlı ilişkiler kurmak, bir canlıya gönlünü açmak, muhabbetle kucaklamak, sporla-sanatla hem hâl olmak. İnsan hakiki manada kendisini rehabilite eden sahici meclislerin tadına vardığında sahte olandan özgür iradesi ile uzaklaşıyor ve varlığını anlamlandırıyor. Benliğinin temellerini maskeli ilişkilerin hâkim olduğu bir zeminde atmanın bedellerini erken fark ediyor ve vazgeçiyor.

Algıları Değiştirmek Lazım

Sosyal mecralarda süre sınırı koymadan ilgi alanlarından alakasız, ilgi alanında olsa dahi pratikte işine yaramayacak kadar gereksiz şekilde vakit geçirmeyi dünyanın en zevkli işi olarak görmekten vazgeçip, gerçek hayattaki azmi baltalayan, üretkenliği yok eden sosyal statüsünü yer ile yeksan eden bir çukur olarak görmek yani bakış açısını değiştirmek bu bağımlılıktan kurtulmanın başka bir yolu.

İrade Eğitimi Şart

İnsan yapıp ettiği her şeyi illa ki zevkle-hazla yapacak diye bir kaide yok. Yeri geldiğinde sıkılmayı, bunalmayı da sindirebilecek iradeye sahip olmalı. Ders çalışmak, bir iş/değer üretmek insana o işi yaparken haz vermeyebilir. Kişi yaptığı işin neticesinde elde edeceği ürün ya da başarıyı düşünerek zorluklara katlanır, dişini sıkar, sabreder, sebat gösterir. Sosyal medyaya, dijital dünyaya mesafe koymak da bildirimlerin kölesi olmuşken elbette insanın havalara uçarak yapacağı bir şey değil. Ama suni ilişkilerin yerine tabii ilişkileri, sanal beğenilerin yerine sahici takdirleri, gösterişçi paylaşımların yerine hayat veren paylaşımların yapılması, tüketim yerine üretimin huzuru insanın bağlarından kopmasına, özgürleşmesine vesile olan motivasyon unsurlarıdır.


Sena Berçin Altunbaş - Diyetisyen

Telefonu evde unutma ihtimalim çok düşük öncelikle onu söyleyebilirim, unutmamaya ekstra dikkat ediyorum. Unutursam dış dünyayla bağlantım sıfırlanıyor gibi hissediyorum. Herhangi merak ettiğim bir konuyu birine sormadan önce Google’lıyorum. Uzun süre telefondan uzak kalınca çok fazla şeyi kaçırmışım hissiyatı oluşuyor ve hızlıca, ilgim olan platformları tarayıp her şeye yetişmeye çalışıyorum. Bu durum sabah kalktığımda bile olabiliyor.

Bunlar için telefondaki ekran süresi bilgilerini inceliyorum. Günlük veya haftalık... Ne kadar vakit geçirdiğimi somut olarak görünce farkına varıp bir adım geri çekilme yaşadım. Her gün sosyal medyada “bir saat” limiti koydum kendime. Bir saat geçince telefona uyarı geliyor. Hastanede boş kaldığım zamanlar için masamın üstünde muhakkak bir kitap bulunduruyorum, telefondan farklı bir alternatifimin olması için.

Büşra Ağaoğlu - Öğretmen

Evden çıkarken kontrol ettiğimiz en gerekli eşyalar sıralamasında ilk sırayı telefon alıyor. Çünkü bir bebeğin plasentayla anneye bağlı olması gibi biz de internet ile hayata bağlıyız sanki. Ne zaman telefonumu evde unutsam “sanki” herkes beni arıyor, ailemin iş arkadaşlarımın bana ihtiyacı oluyor, kaos çıkıyor ama benim haberim yok zannediyorum. Gün içinde aklıma gelen sorularım cevapsız kalıyor, trafiği kontrol edemiyorum, sosyal medyada kim bilir neler oluyor. En vahimi de(!)aklıma değil de telefona kaydettiğim önemli bilgiler, şifreler.

Telefonlar olmadan nasıl yaşanır Allah’ım iyi ki var diyen ben; bir gün telefonumu düşürüp kırdım. İki ay süren telefonsuz, internetsiz bir hayat yaşadım. Peki ne oldu o süreçte? İlk gün çok endişeliydim ve sürekli refleks olarak elim ceplerimde, çantamda, masa üstünde telefon aradı. Başıma bir şey gelse bana nasıl ulaşırlar diye olası senaryolar yazdım kafamda. Sonra baktım hayat devam ediyor, hem de daha rahat daha özgür. Fotoğrafını çekmeden bir çiçeğe doyasıya bakabiliyorum. Kitap okurken her dakika elim telefonu kontrole gitmiyor. İki ayın sonunda olması gerektiği gibi hayatı yakalamayı başardım; hafifledim. İnternet, telefon, teknoloji hayatı kolaylaştırıyor ve iyi ki var, evet; fakat dozu kaçırmadan kullanıp, ruhumuzu ele geçirmesine izin vermediğimiz müddetçe.

Zeynep Betül Akçil Akbal - Sosyolo

g Bu yaşanan sendromun temelinde insanın modern yaşantıdaki can sıkıntısı ve alışkanlıklarının olduğunu düşünüyorum. Uzun zaman önce insanlar önlerine bakarak yürürler, dünyalarını içlerinde yaşarlar ve dünyadaki tüm hayatların kendi yaşantılarından ibaret olduğunu düşünürlerdi. Şu dönemde ise artık insanlar başlarını yerden kaldırıp şehre ve birbirlerine baktılar. Peki ne oldu? İnsan, her şeyin kendi yaşantısından ibaret olmadığını anladı. Yaşadığı modern şehir bir çarpışma alanı oldu. Milenyuma gelindiğinde bu bahsedilen karşılaşma ve çarpışma teknoloji ile sosyal medyaya evrildi. Dolayısıyla bilgi akışının çok yoğun, kolay ve hızlı olduğu bir dönemde, havadis ve gündemden uzak kalmak insan açısından eksiklik unsuru haline geldi.

Kendi hayatımdan basit bir örnek vermem gerekirse; her sabah iş için evden çıkarken telefonumu unutmaktan korkan, toplu taşımada, yemek yerken, çalışırken sürekli telefonumun olduğu yeri -cebimi, çantamı- yoklayan bir insan oldum. Bununla baş etmek oldukça zor ama başarılamayacak bir şey değil kesinlikle. Evet, sağladığı kolaylıklar açısından vazgeçilmez olduğunu söyleyebiliriz ancak sosyal canlılığımızı bu alet üzerinden yürütmenin uzun vadede artık zarar vermeye başlayacağını görmezden gelemeyiz. Can sıkıntımızı, eğlence anlayışımızı, arkadaş ve ailelerimiz ile görüşmeyi kısacası her şeyi telefona sığdırmış durumdayız ve en kötü yanı da artık kimse bunu yadırgamıyor.


Ayşe Yazıcılar'ın Yazısı.