Birbirine Dua Eden İnsanlar "Ailedir"
Esad Mücahit Eskimez
TRT Belgesel ekranlarında kendine has teması ve kurgusuyla dikkatleri üzerine toplayan bir belgesel yayına başladı. Bu yapımda, her coğrafyadan onlarca hikâyenin buluştuğu ortak bir nokta var: Her şeye rağmen “Aile Olmak.” Belgeselin yönetmeni Emre Karapınar ve metin-hikâye yazarı Abdullah Kibritçi ile fikrin ortaya çıkışını, çekim sürecini ve unutulmaz anları konuştuk.
Dünyanın birçok farklı noktasında “aile”lerin hikâyeleriyle buluşturuyorsunuz izleyicileri. Aile olmanın belki de hiç olmadığı kadar yozlaştığı bir zamanda, sizi bu hikâyeyi insanlara duyurmaya sevk eden şey neydi?
Emre Karapınar: Bir süre Avrupa’da yaşadım. Oradakilerin aile kurumunu kaybedişlerini gördüm. Yaşlı insanlar evlerinde tek başına ölüp kalıyorlardı. Haliyle ailenin yokluğunun nelere sebep olduğuna şahit oldum. Kendi hayatımın da bunları derinden hissetmek noktasında katkısı büyüktü. Aile olmak, benim için anlatılması gereken gayet önemli bir mesele.
Abdullah Kibritçi: Belgeselin bazı bölümlerinde aileye daha geniş bir pencereden bakıyoruz. Ümmet ailesi, insanlık ailesi noktasından tutuyoruz. Örneğin ikinci bölümde Fida’nın ailesi dağılmıştı ama o, kamptaki çocukları hayata tutundurmaya çalışarak daha geniş bir aile kurma çabasındaydı. Yine final bölümünde olaya Türkiye’den bakarak birbirine dua eden insanların bir aile olduğu tezini işliyor, ümmet vurgusu yapmaya gayret ediyoruz.
Belgeselin yayınına kadar geçen süreç ciddi ve titiz bir çalışma gerektiriyor muhakkak. Böylesine farklı bir işe emek veren ekibin bir araya gelişi nasıl oldu?
Emre Karapınar: İyi bir iş yapmak için muhakkak iyi ve kaliteli bir ekip gerekiyor. Yıllarca sayısız ülke ve bölge görmüş, savaş, afet, çatışma bölgelerinde çalışmış bir ekibin içindeydim. İHH’nın prodüksiyon ekibi uzun yılların getirdiği tecrübeyle zaten güzel işler üretiyordu. Yapılanları daha farklı bir noktaya taşımak istediğimiz durumda İHH bizi destekledi ve ortaya bu çalışma çıktı. Elbette TRT, THY ve TİKA’nın da desteğini unutmamak lazım.
Bir bölümde Suriye’den Fida öğretmenin sesine kulak kesiliyoruz, bir başka bölümde ise binlerce kilometre ötedeki Filipinler’den Beny misafirimiz oluyor. Bu bize dünyanın küçüklüğünü mü yoksa birbirinden özel hayatların büyüklüğünü mü ifade ediyor?
Abdullah Kibritçi: Eğer yüz ölçümüne bakarsak Dünya’ya küçük diyebiliriz. Çünkü teknoloji geliştikçe ulaşım imkanı arttı ve istediğimiz noktaya saatler içinde gidebilir hale geldik. Kısa sürede tüm dünyayı dolaşabiliriz. Ama insanlara, hayatlara, hislere, duygulara dokunduğunuzda, dünya o kadar büyük ki. Çünkü milyarlarca insan, milyarlarca his ve duyguyla dolu. Her an başka bir şey düşünüyor, başka şeyler için koşturuyorlar. Bu durum beni öylesine hayretlere düşürüyor ki, arka sokaklara çıkıp insanların yüzlerine bakarak yürüdüğümde heyecandan kalp atışlarım hızlanıyor. Belgesel için yaptığımız yolculuklarda da aynı duyguyu defalarca yaşadık. İzleyenler de aynı duyguyu yaşasın, onlara bunu aktaralım hissiyatı baskındı. Umarım başarmışızdır.
Belgesel yayına girer girmez haklı bir ilgiyle karşılandı. Sizce insanlar, “Şimdi Afrika’nın doğusunda, herkesin dikkatinden çok uzaklarda, sırtında çantasıyla rüyalarına doğru koşan çocuk”un kendi rotasında seyreden hikâyesine neden dikkat kesiliyorlar?
Abdullah Kibritçi: Çünkü koşuyor :) İnsanın kendi yolunda yürümesi, kendi rotasını bulması, kendi gündemini kurması kadar büyük bir şey var mı şu dünyada? Konuşarak değil koşarak halledilen bir mesele var ortada. Amani’nin anlatısından benim de öğrenmem gereken çok ders var.
Emre Karapınar: Aile Olmak belgeselinin kahramanları hep böyledir. İzleyicilerden önce bize ders verirler. Bazıları izledikten sonra mesaj yazıyor, hislerini duygularını iletiyorlar bize. Kimisini yeniden düşünmeye sevk etmiş, kimisi hüzünlenmiş, kimi kendini sorumlu hissetmiş... Ya biz? Biz onların hayatlarına yakından şahitlik ettik. O yaşamların aktardığı mesaja önce biz tanık olduk.
Abdullah Kibritçi: O yumruğu önce biz yedik yani. Onun acısıyla da oturup elimizden geldiğince bir şeyler yapmaya çalıştık. Anlatmak bir borç artık.
Çekimler boyunca zorlu koşullara şahitlik ettiniz. Çöller, pirinç tarlaları, mülteci kampları. Gözünüzün önünden gitmeyen o manzara hangisiydi?
Emre Karapınar: Çad çöllerinde yolculuk yaparken bir gün suyumuz bitti ve uzun süre susuz kaldık. Su bitmiş, damağımız kurumuş, herhangi bir kasabaya varmak için dua ediyoruz ama nafile. Araçlar kuma saplanıyor, yolda kalıyoruz. Uzunca müddet yürümek zorunda kaldık ve daha çok susadık. Allah’ım sen susuzlukla imtihan etme! Görüntü yönetmenimiz Celal’in ayakları kuma battıkça ve tepelere çıkarken zorlandıkça, susuzluğun getirdiği hâlle bir şeyler mırıldandığını duydum. “Keşke deve olsaydım, ne güzel develerin ayakları çölde kuma batmıyor” diye kendi kendine söyleniyordu. Gülelim mi ağlayalım mı bilemedim. Çok enteresan ve bir o kadar ibretlik hâller yaşadık. Suyun çölde nasıl rahmete ve dahi merhamete dönüştüğüne şahit olduk. Allah nankörlerden eylemesin. Çok büyük nimet içerisinde olduğumuzu tekrar tekrar her yolculukta görmüş olduk.
Abdullah Kibritçi: Çöllerde on güne yakın yolculuk yaptık. Lokanta ve otel yoktu elbette. Yolda bir sürüye rastlarsak koyun satın alıyor, konakladığımız yerde kesip yiyorduk. Çöle ilk ulaştığımız gün hava karardı ve gökyüzü sanki yeryüzüne indi. Gök, milyarlarca yıldızla doluydu. Kumların üzerine battaniyeleri serip uyuduk. O görüntü unutulmazdı.
GENÇ'ın Yazısı.