Ne dua bırakılmalı, ne de sebeplere tevessül terkedilmelidir. Allah Teâlâ’ya hulus-i kalp ile duayı hiçbir zaman elden bırakmamalı ve aynı zamanda duanın en büyük semeresinin, rûhî açılımlar olduğunu bilmeli ve Rabbimizin ilhamlarından istifadeyle en umulmaz sebepleri dahi tatbik eylemelidir. Düşünülürse tarîk-ı fende bile en büyük keşifler, kalb-i insâniye şimşek gibi çarpan bir telkin-i Hakk’ın eseridir.

İmrân İbni Husayn -radıyallahu anhümâ- anlatıyor:

Babam Husayn henüz Müslüman olmadığı bir dönemde Allah Resûlü kendisine şöyle bir soru soruyor:

“Husayn! Bir günde kaç tanrıya tapıyorsun?” Babam:

“Altısı yerde ve birisi de gökte olmak üzere yedi tane ilaha tapıyorum” cevabını veriyor. Peygamberimiz tekrar soruyor:

“Peki hangisini dikkate alıyorsun? Yani kendisine ümit bağladığın ya da korku hissettiğin hangisi oluyor?” Babam da:

“Gökteki” diye cevap veriyor.

Rahmet Peygamberi Efendimiz bunun üzerine babama şöyle bir vaadde bulunuyor:

“Bak Husayn! Şayet Müslüman olursan sana daima faydası dokunacak iki cümle öğreteceğim!”

(Aradan bir müddet geçtikten sonra) babam Müslüman oluyor, Efendimize geliyor ve diyor ki:

“Ey Allah’ın Resûlü! Bana vadettiğin o iki cümleyi artık bana öğretiver!” Bu talep üzerine Fahr-i kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- babama buyuruyorlar ki:

“Ey Husayn şöyle dua et:

اللَّهمَّ ألهِمْني رُشدي وأعِذْني من شرِّ نفسي

“Allâhümme elhimnî rüşdî ve eiznî min şerri nefsî: Allah’ım! Bana her işimde doğru olanı ilham et ve nefsimin şerrinden de beni koru!” (Tirmizî, Daavât 70)

Şu iki cümle, insanın hayat boyu kullanabileceği ne büyük bir hazinedir! İnsan kimi zaman aklına, kimi zaman bilgisine ve kimi zaman da tecrübesine güvenerek problemlerini çözmeye çalışır. Evet, bunların her biri büyük nimetlerdir; fakat yeterli ve her zaman gerçeğe ulaştırıcı değillerdir. İlimlerimiz, çoğu zaman zandan (kanaatten) ibarettir. Zan ise gerçek namına bir şey ifade etmez. Akıllar, ulaştığı veriler neticesinde hükme varan melekelerimizdir. Ele geçen veriler ise içine kimi zaman nefsin vehimleri, şeytanın vesveseleri ya da birilerinin bulanık bilgileri karışmış birikimler olabilir ve akıl da buradan hareketle apaçık doğrulara ulaşmada aciz kalır. Öyleyse rüşde (doğruya, isabetli sonuçlara) erişmek için Rabbimizin rahmetine ve ilhamına her zaman ihtiyacımızın varlığı aşikârdır. Bu hakikat hiçbir zaman unutulmamalı, Rabbimizden daima böylesi bir ilhamı talep için duadan gafil kalınmamalıdır.

Ashâb-ı kehf diye bilinen Allah’ın varlığına ve birliğine iman etmiş ve bu uğurda her türlü fedakârlığı göze almış yiğitlerin çıkış yolu lütfetmesi için Rablerine şu yakarışlarında da aynı dua cümlelerini görüyoruz:

رَبَّنَاۤ اٰتِنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً وَهَيِّئْ لَنَا مِنْ اَمْرِنَا رَشَدًا

(Rabbenâ âtinâ min ledünke rahmeten ve heyyi’ lenâ min emrinâ raşedâ)

“Rabbimiz bize katından bir rahmet ver, bize yardım et; şu işimizde doğru ve rızâna uygun olan ne ise onu bize nasip eyle!” (Kehf Sûresi, 18/10)

Tüm ihtiyaç ve arzuların Allah’ın yardım ve tevfîkıyle gerçekleştiği göz önünde bulundurularak sebeplere tevessülün de fiilî bir dua olduğu ifade edilmiştir. “O’na ancak güzel kelimeler yükselir. Onu da sâlih amel yükseltir” âyeti, kanaatimizce fiilî dua ile kavlî duanın birlikteliğinin gereğine işâret etmektedir. Esasen Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın da ifade ettiği gibi Hak Teâlâ’nın nimetleri, her zaman böyle maddî ve manevî sebeplerin bir araya gelmesinin neticesidir. Sebeb-i manevî olan dua, sebeb-i maddînin ilhamına vesile olduğu gibi güzel maddi sebepler de manevî sebep olan dualara kapı aralamaktadır. Binâenaleyh sebeplerin olmaması kişiyi ümitsizliğe sevk etmemesi gerektiği gibi sebeplerin bir araya gelmesi de Allah’ı unutturacak bir güvene götürmemelidir. Ne dua bırakılmalı, ne de sebeplere tevessül terkedilmelidir. Allah Teâlâ’ya hulus-i kalp ile duayı hiçbir zaman elden bırakmamalı ve aynı zamanda duanın en büyük semeresinin, rûhî açılımlar olduğunu bilmeli ve Rabbimizin ilhamlarından istifadeyle en umulmaz sebepleri dahi tatbik eylemelidir. Düşünülürse tarîk-ı fende bile en büyük keşifler, kalb-i insâniye şimşek gibi çarpan bir telkin-i Hakk’ın eseridir.

Her birimiz bizatihi tecrübe etmiştir ki, zor gibi görünen nice işler olmuştur ki aniden kalbe doğan duygu ve düşünceler sayesinde kolayca sonuçlanmış ve yine kolay gibi görünen nice hadiseler de âdeta kör düğüm olup zorlaştıkça zorlaşmıştır. Öyleyse özgüven adına yalnız kendine güvenip yola çıkmak değil, Hakk’a güvenip O’nunla yol yürümek hem daha kolay, hem daha güvenli ve hem de daha huzurludur. Sebeplere sarılmayı, sebeplerin sonucu yaratacağı inancıyla değil, Hakk’ın dünyaya koyduğu kanunlara (sünnetullaha) saygının bir gereği olarak vazife bilmeli ve fakat sonucu verenin Allah olduğu inancını hiçbir zaman kaybetmemelidir. En doğruya en güzel ve en kısa yoldan ulaşmak için de Rabbin ilhâmının zaruretine inanmalıdır. Bu inancın bir ifadesi olarak da yukarıda zikredilen şu iki dua dilimizin ve gönlümüzün daimi virdi edinilmelidir:

رَبَّنَاۤ اٰتِنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً وَهَيِّئْ لَنَا مِنْ اَمْرِنَا رَشَدًا
اللَّهمَّ ألهِمْني رُشدي وأعِذْني من شرِّ نفسي


Adem Ergül 'ın Yazısı.