Dostluk Kazansın
Doğduk, yaşıyoruz ve bir gün ama muhakkak bir gün buralardan göçeceğiz. Temennim ve duam odur ki; inşallah geride bıraktıklarımızın, “nihayet” diye başlayan bir cümle ile andıkları bir sonumuz olmaz…
Her yeni gün, yepyeni bir mücadele hepimiz için; tıpkı bir futbol maçı gibi değil mi? Ve kimimiz kazanmak, kimimiz kaybetmek için o kadar çok uğraş veriyoruz ki… Ben ise şimdilerde her sabah “dostluk kazansın” temennisinde bulunup başlıyorum maça, özür dilerim yani güne…
Sonra günün ortasında bir bakmışım; tıpkı maça çıkarken “dostluk kazansın” diye temennide bulunup, daha girdiği ilk ikili pozisyonda rakibinin ayağına dalan futbolcu gibi acayip bir ruh haline sahip oluşumu görüyorum, canım çok acıyor… O sebeple her güne bu sloganla çıkacağım diye söz verdim kendime, iyilik kazansın istiyorum ve inanıyorum. Hoş ne kadar sözümde durabiliyorum bilemiyorum ama olsun niyet de önemli…
Anlaşılan yine lafı dolandıracağım tuttu benim… O sebeple bu sefer hızlıca konuya gireyim müsaadelerinizle… İşte hikâyemiz tam burada başlıyor:
90’lı yıllar… Çantaların ağırlığından iki büklüm olduğumuz, yürüyerek okula gittiğimiz; yorulunca kaldırımın kenarına çantayı fırlatıp üzerine oturduğumuz, taş ile okulun kırık dökük asfaltında maç yaptığımız ve her defasında zaten tek çift olan ayakkabılarımızın burun kısmından açılıp, tekrar tekrar dikildiği, eski, soluk ama mutlu yıllar…
Bizim meşhur dükkânda çalışıyor olmaktan mı bilmiyorum ama iyi bir öğrenci olmam yetmiyor, çok başarılı olmak zorundayım. Zira hayat o dönemlerde hep bir yarıştan ibaretti bizim için. “Komşunun çocuğu sınavdan kaç aldı? Okulu hangimiz bırakacak? Kimi sanayide çırak olarak bir ustanın yanına verecekler? Kime dükkânın yolu gözüktü? Kim doktor olup yaşlandıklarında aile bireylerini sıra beklemeden muayene edecek?”
Biliyorum kimsenin kötü niyeti yok; herkes evlatları ile gururlanmak, onların rahat ve huzurlu bir hayat sürmelerini görmek ister... Ama aileler, çocuklarının birer makineye dönüşebileceğini ve bunun ileride tüm güzel duygularını, insanlıklarını tahrip edebileceğini hesaba katmıyorlardı sanırım… Bu sorulardan önce belki de kimse bize “Ne iş yaptığınız ya da nerede yaşadığınızdan ziyade hanginiz daha iyi bir insan olacak bakalım?” diye sormamıştı…
İşte bu zihniyet bizi hep arenada kaçacak yer bulamayan bir matador haline getirmişti ve her defasında mücadelenin tam da ortasında bulmuştuk kendimizi…
O sebeple matematikte, edebiyatta ve hatta resim dersinden tutun da beden eğitimine kadar hepsinde başarılı olmam gerekiyordu… Sahi ya, en çok da şu flüt denen aleti çalamamaktan muztariptim galiba. Hatta müzik öğretmenime “Hocam ben flüt çalmasam da şarkı söylesem olmaz mı?” dediğimi bile hatırlıyorum… Her neyse işte bu ruh hali ile yine bir Cuma günü… Yine okulca ertesi gün okulun olmamasının verdiği huzur halini yaşıyoruz…
Beden eğitimi dersimiz var; birkaç arkadaşımız hariç, kimi pijaması ile kimi de benim gibi pantolonu ile bahçede öğretmenin karşısına boncuk tanesi gibi dizilmişiz. Çoğumuzun spor ayakkabısı falan yok zaten. Belki de birbirimizle yarışamayacağımız ender kategorilerdendi bu imkân meselesi… Her neyse, öğretmen bugün takımlar halinde bayrak yarışı yapacağız diye belirttiğinde, yine ve yeni bir yarışa giriyor olmanın verdiği baskı ve heyecan her yanımı kaplamıştı.
Hocanın kafamızdan hafifçe iterek “sen buraya, sen karşıya!” diyerek ayırdığı yerlerimize geçtik. Arkadaşların ısrarı ile takımın son koşucusu ben oldum, zira çok hızlı koşuyordum galiba. Ne yalan söyleyeyim havaya da girmedim değil aslında…
Yarış başlamış ve bizim takım açık ara önde… En son koşacağım için acayip rahatlıyorum, zira hem stres olmayacağım ve hem de son koşacağım için kazanmanın hazzını yaşayıp, yaşatacağım.
Sıra bana geldiğinde en az yarım tur öndeyiz ve benimle yarışacak kişi sınıfın en sakin, en sessiz çocuğu Ahmet… Aslında Ahmet’in de spor ayakkabısı yok ve o garip pijama altı ile pek koşabileceğe de benzemiyor. Yahu Ahmet düz yolda bile doğru düzgün yürüyemiyordu ki... Hatta eminim Ahmet’e son sırayı da fikrini sormadan vermişlerdir diğerleri... Neyse ben bayrağı alır almaz fişek gibi fırlıyorum, rehavete yer yok hatta amacım arayı da daha fazla açabilmek… Tüm gücümle koşuyorum, koşuyorum; nefes nefeseyim, az kaldı be dayanmalıyım… Belki saniyeler sonra gururla beni alkışlayanlar arasında olacağım. Ancak o da ne; bir anda yanımda Ahmet’i görüyorum. Sadece görmekle kalmıyorum yavaş yavaş, sanki ağır çekimle çekilmiş gibi geliyor ve geçiyor yanımdan. Kaybediyorum, hem de Ahmet’e… Ayaklarımı boşa alıp bırakıyorum, diz çöküyorum… Hayat o an bitmişti benim için, kimseyi görecek ve yüzüne bakacak halim yoktu. Sesler duyuyorum etrafımda ama anlayamıyorum. Kimi teselli ediyor, kimi ayıplıyor… Oysa ben alkışlar arasında tebrikleri kabul etmeyi, kahraman olmayı hayal etmiştim…
Bu olaydan günler sonra Ahmet’in yanına gidip tebrik edebilmiştim çünkü ancak hazmedebilmiştim yenilmeyi. Hatta sadece kendim yenilmemiş takım arkadaşlarımın da kaybetmesine vesile olmuştum. Hepsi benim suçumdu, başaramamıştım… Gerçi bu durum kimsenin umurunda da değildi galiba…
Yıllar sonra tebessümle hatırladığım bu hikâyeden çokça ders çıkardım kendime…
Hayat da aslında adeta bir yarış hepimiz için, başlangıcı ve bitişi olan. Ve yine hayat yarışında da şüphesiz kazanmamız lazım… Ancak bu yarışta asıl mevzu; herkesten önde gelip kazanmak değil, sadece ve sadece nefsimize karşı kazanabilmek. Çünkü cennette kontenjan yok…
İşte bu olay benim hayatımı çok basitleştirdi. Mesela göz önünde olmak, tabiri caizse her fotoya kafa sokmak gibi bir derdim, başka insanların ne yaptığını düşünecek vaktim ve kendi durumuma hayıflanacak bir iç sızım olmadı… Hayat mücadelesinde bir vesile ile karşılaştığım herkese; komşunun oğluna, okul arkadaşıma, Ahmet’e, Mehmet’e, amcamın oğluna, iş arkadaşıma hatta ilk kez karşılaştığım adını dahi bilmediğim meçhul kişiye dahi hep “dostluk kazansın, iyilik kazansın” demeye gayret ettim…
İşte o gün bugündür tek rakibim kendim oldum. Ve bu rakibime, nefsime asla “dostluk kazansın” demedim ve demeyeceğim. Çünkü bu yarışı muhakkak ben kazanmalıyım…
Velhasıl; doğduk, yaşıyoruz ve bir gün ama muhakkak bir gün buralardan göçeceğiz. Temennim ve duam odur ki; inşallah geride bıraktıklarımızın, “nihayet” diye başlayan bir cümle ile andıkları bir sonumuz olmaz…
Selametle…
Emre Topoğlu'ın Yazısı.