İçerisinde, dünyadaki neredeyse her türlü nimeti çıkarabilecek bir potansiyeli varken, her şeyi dışarıdan, ateş pahasıyla alacak bir mecburiyetteki dayanılmaz ızdırap... Bunun sonucunda, önündeki sofraya baka baka açlıkla boğuşan milyonlarca mazlum...

Kamerun’un güneyinde yolculuk hâlindeyiz. Çad Çölü’nün iklim belirtilerinin başladığı kuzey bölgeye nazaran, tropikal, yemyeşil bir bölge burası.

Senenin 8-9 ayında yağmur alan, çok bereketli, toprağı kıpkırmızı, envâi çeşit ağaç, çiçek, börtü böcek ve hayvanlarla dolu, müstesna bir coğrafya...

Bu hatta, okyanus kıyısındaki bölgelerin sıcak ve nemliliği hâriç, zannedildiğinin aksine, Afrika’nın amansız sıcağından uzak, orta derecelerdeki havasıyla, suyuyla, içerisinde büsbütün bir zenginlik barındıran, emsaline az rastlanır nice beldeler var.

Yerin altında altın, elmas, petrol gibi değerli madenler; yerin üstünde kakao, kahve, tropikal meyveler, sayısız kalite ve çeşitte ağaçlar var.

Uzunluğu neredeyse bin kilometreye ulaşan geniş yataklı akarsular, doğal göl ve göletler, bunların ve kıyısında bulunulan Atlas Okyanusu’nun içerisinde, sağlık ve lezzet arz eden türlü türlü balıklar mevcut.

Öyle ki, zaman zaman mevsimi gelip çıkan kimi meyvelerin isimlerini halkın geneli bilmiyor bile... O kadar çok çeşit var ki...

Balta girmemiş ormanların içinde, ağaçların, yeşilin içine gömülmüş Pigmelerin ve orman köylülerinin yerleşim yerlerinde çok ilkel bir hayat sürülüyor. Sabah evlerinden çıkıyor, akşama kadar dağda, tepede, ormanda, derede, gölde hayvan, bitki ne bulurlarsa getirip pişirip yiyorlar.

Bizdeki gibi günde 3 öğün yemek alışkanlığı... Peh... Hak getire...

Acıktıkça arıyor, buldukça yiyorlar...

Bütün bunları, bu seyahat boyunca bir kez daha gözlemledim.

Nasıl bir işti bu?

Havanın içinde olup havasız, suyun içinde olup susuz olmak, yemeğin içinde olup aç kalmak, paranın içinde olup fukara olmak nasıl bir iştir?

İçerisinde, dünyadaki neredeyse her türlü nimeti çıkarabilecek bir potansiyeli varken, her şeyi dışarıdan, ateş pahasıyla alacak bir mecburiyetteki dayanılmaz ızdırap... Bunun sonucunda, önündeki sofraya baka baka açlıkla boğuşan milyonlarca mazlum...

Beraberimde bulunan, değerli dostum, çalışma arkadaşım Kamerunlu Cibril Bey’e şöyle sordum:

-Abi, cennette azap yok değil mi?

-Yok hocam; cennete erişen insanın artık azapla işi olmaz.

-Doğru, doğru söyledin lâkin burada, Kamerun’da hatta bu tropikal coğrafyada yaşayanların maalesef çok özel bir durumu var, dedim; sözlerimi, “Buradaki insanlar cennetteler ama azap içerisindeler” diye tamamladım.

Hakikaten de öyle değil mi?

Yerin altını üstüne, üstünü altına getirerek hesabı tutulamayacak kadar çok kazanan (!) sömürgeci zâlimler, bu cennetin içerisinde, bu cennetin sahiplerine zırnık koklatmamış, üstüne üstlük bir de onları türlü işkencelere tâbî tutmuşlar; yer yer katliamlarla korkak, miskin, alkolik, düşünemeyen, akıl ve fikir edemeyen, en önemlisi de îman yoksunu bir topluluk ortaya çıkarmışlar.

Ne demişti, yakın zamanda misafir ettiğimiz Hasan Kaan Amca:

“Biz her gün Rabbimize, ‘Ya Rabbi! Bize bu dünyada da ahirette de iyilikler ver’ diye dua ederiz.”

Şimdi buraları gördükten sonra, bu duanın birinci kısmını nasıl söyleyeceğiz? Anlaşılıyor ki Allah (c.c.) bize öyle çok iyilik vermiş ki biz bunların farkında ve şükründe değiliz...


Halit Yasir Özoğul'ın Yazısı.