Adalet sarayının karşısında İtalyan sanat müzesi, az ileride Fransız sarayı ve eski yönetim binaları… Bir zamanlar market, boğa güreşleri ve idamlar için kullanılan meydana dört yüz yıl evvel yerleştirilen bronz çeşmenin üstünde kuşlar uçuyor. Pizarro’nun kurduğu meydan artık UNESCO koruması altında. Sarı binaların işlemeli tahta balkonları dev gardıropları anımsatıyor. Birçok yapı gibi depremden sonra yenilenen katedralin üç buçuk milyon mozaik kullanılan küçük şapelinde Pizarro’nun kemikleri cam tabutunda sergileniyor.

İspanyollar denize açıldığında efsanelere meydan okudu. Günlerce rüzgâr değmedi yelkenlerine ve deniz canavarları avını beklerken ceviz kabuğu gibi sallandılar boşlukta. Kıyıya vardıklarında karşılarına altınlarla süslü yerliler çıktı. Denizciler yeni bir kıta bulduklarından habersiz insanları değersiz boncuklar, ayna parçalarıyla kandırıp aç kurtlar gibi saldırdılar tanrının ışığı olarak bilinen altına. Kılıçlarında haç bilinmeyen toprakların fethine kutsal bir karakter atfetmekten geri kalmadı Katolik Kilisesi. Onların dinini kabul etmeyenler için bir bildiri yayınlandı. “Reddettiğiniz ya da işi kurnazlığa vurup bizleri oyalamaya kalkıştığınız takdirde, yemin ederiz ki; Tanrı’nın da yardımıyla üzerinize saldıracağız. Amansız bir savaş verip sizleri boyunduruk altına alacağız ve kiliseyle hükümdarımızın egemenliği altında sokacağız. Sizi, karılarınızı ve çocuklarınızı köle haline getirip satacağız. Hükümdarımızın emriyle bedenlerinizi istediğimiz gibi kullanacağız, mallarınızı alıp size her türlü kötülüğü yapacağız.”*

İspanyollar daha ilk gün “denizde yüzen odundan tepeler” içinde gelip kıyıya ayak bastıklarında, yerlilerin üstüne gök gürültüsüyle fırlatılan alevli kayalar attılar. Hiç at görmemiş Aymaralılar’ın deyişiyle dev geyiklere binmiş güneşin rengini saçlarında taşıyan bu insanlar kutsanmıştı. İnka kralının Kardeşi Vasqar’a kuzeyin valisi olmak yetmedi. Başa geçmek için kralın yerini düşmana söylediğinde İspanyollar vahşi hayvanlar gibi talan ettiler şehri. Misyonerlik görevini unutup zengin toprakları fakirleştirirken yerli soyunu kurutup kıtanın neslini değiştirdiler. Ve dünya yüzünde görülen en büyük soy kırım Amerika kıtasının keşfiyle başladı.

Lima’yı Geziyorum

Kralların şehri Lima aldığı göçlerle genişledi. Avrupa’dan gelen gemiler kendilerine ait izler bırakırken İnkalar yavaş yavaş yok oldu. Geriye sadece yedi katlı piramit Huaca Pucllana’nın toprak tuğlaları ve And Dağları’nın zirvesine saklanan yerli köyleri kaldı.

Adalet sarayının karşısında İtalyan sanat müzesi az ileride Fransız sarayı ve eski yönetim binaları… Bir zamanlar market, boğa güreşleri ve idamlar için kullanılan meydana dört yüz yıl evvel yerleştirilen bronz çeşmenin üstünde kuşlar uçuyor. Pizarro’nun kurduğu meydan artık UNESCO koruması altında. Sarı binaların işlemeli tahta balkonları dev gardıropları anımsatıyor. Birçok yapı gibi depremden sonra yenilenen katedralin üç buçuk milyon mozaik kullanılan küçük şapelinde Pizarro’nun kemikleri cam tabutunda sergileniyor.

Yayalara ait Uniqe Caddesi’nden La Merced Kilisesi’ne yürüyorum. Lima’da kiliselerin dehlizleri insan iskeletleriyle dolu. Yüksek bağışta bulunan asiller ve dindarlar gömülüp etleri kemiklerinden ayrıldığında papazlar tarafından kabirlerinden toplanıp yer altındaki bölümlere diziliyor. Kuyuların içinde daireler oluşturan kafataslarını birbirine karışmış yüzlerce kaval kemiği çevreliyor. Bu dehlizlerin üstünde yer alan San Francisco Manastırı’nın avlusunda yemyeşil çiçekler açmış kuşlar uçuyor ve etrafındaki kemerli duvarlarda yüzyıllar önce Sevilla’dan getirilen mavi, sarı, turkuaz seramikler. Ölüm ve hayat iç içe katman katman. Kütüphanede kimsenin dokunamadığı yirmi beş bin kitap. Ciltlere değen parmak izleri çoktan yok olmuş.

Çikolata Müzesi

And Dağları’ndan gelen kahveden ısmarlıyorum, kızıma bir bardak sıcak süt ve bir çanak ılık çikolata geliyor. Yerliler ikisini birbirine karıştırıp içine peynir batırarak içerken bizimki süte kavuşamadan bitiyor. Dükkânın kokusu yüzlerce metre uzağa yayıldığından el örgüsü çantalar, pançolar, yastıklar tezgahlarda bekleyedursun rengarenk şapkalarını çıkarmayan Peru’lu satıcılar kahveye doğru yürüyen turistleri bir türlü yollarından vazgeçiremiyorlar.

Aşıklar parkında hava nemli, sörfçüler okyanus dalgalarına yenik düşmemek için çabalıyorlar. Yaşlı bir kadın gözlerini ufka çevirmiş, avucundaki tılsıma kuş tutar gibi nazikçe sarmış parmakları inka ezgileri fısıldıyor. Melodiler gökyüzüne çıkacağına toprağa akıp unutulan şamanlar için dans ederken güneş bir daha kayboluyor denizde…

*Daniel Vidart, ideologda y Realidad de America, Montevideo.


Hande Berra'ın Yazısı.