Nasiple Öteye Giden Yol
Enes Kalender
Bir ilkbahar günü başladı bu nasipler zinciri. İstanbul’da ulusal ve uluslararası insani yardım, eğitim ve yurt hizmetleri gibi çeşitli hizmetleri olan bir vakfın eğitim programındaydım. Vakfın insani yardım birimi müdürü ile bir oturumumuz vardı. Bize Afrika’dan, Suriye’den, Arakan’dan ve dünyanın çeşitli bölgelerindeki deneyimlerinden bahsediyordu. O anlık bir cesaretle “Bize bunları anlatıyorsunuz ama buraları görerek, canlı şahit olarak o insanları anlamak istiyorum“ dedim. Aldığım cevap: “Suriye’ye gelir misin bizimle? ” oldu. Ben de gitmek istediğimi söyledim. Kısa bir zaman içinde gerekli izinler alındı ve tarihler belirlendi.
Suriye’ye bir ziyaretimiz olacaktı. Bu durumu ilk önce aileme açtım. Babam hiç düşünmeden gitmeme izin verdi. Bu beni daha da rahatlatmıştı. Konya’ya dönünce de arkadaşlarımla yükte hafif pahada ağır bir hazırlık yaptık. Duyan ve gören herkes elinden geldiğince destekte bulundu. İnanılması güçtü ama inciler ipe yavaş yavaş diziliyordu.
Konya’ya gelene etliekmek ikram edilir. Yazılı olmasa da örfte çok sağlam bir kanundur. Konya’dan giderken de Mevlana şekeri götürülür. Bu da yazılı değildir, örfte yeri sağlamdır. Suriye ziyaretimiz için İstanbul buluşma yeri olarak belirlendi. Giderken eli boş gitmemek adına Mevlana şekeri aldım. Çantamı alıp tren garına geçecektim. Bedestenden eve geçiyordum. Öğrenci evimiz Beşyol civarındaydı. Beşyol’da bir çay ocağımız vardı. Sınav zamanları sabah çayının içildiği, halı saha sonrası maç kritiğinin yapıldığı, gurbette okuyan dostlarla tatilde buluşulduğu, devlet kurup ülke kurtardığımız yerdi. Nasip Çay Ocağı o kadar çok anımıza şahitlik etmişti ki... Eve gitmek için Nasip’i soluma alarak ilerliyordum. Birkaç dost orada sohbet ediyormuş. Sanırım ülke kurtarma seanslarından biriydi. Ben de gitmeden son bir kez Nasip Çayı içmek için oturdum. Sohbete daldık. Sonlara doğru birisi pakette ne olduğunu sordu. Mevlana şekeri dedim. Eee açtık yedik, öğrencilik hali. Neyse tren garından bir daha alırım dedim kendi kendime. Eve gittim, Konya-İstanbul akşam treni için bilet alacaktım. Bir de baktım ki trende sadece ters yönlerde bilet kalmış. Ters gitmek midemi biraz rahatsız ettiği için tercih etmek istemedim. Başka çarem olmadığı için mecburen aldım.
Saate yanlış baktığım için trenin kalkmasına çok kısa bir vakit kala koştur koştur evden çıktım. Dolmuşu da bayağı bekledim. Dolmuş şoförünün yolcunun biriyle eksik para tartışması avuç içimi terletmeye başladı. Geç kalacaktım. Yolcunun eksik kalan miktarını ödedim. Yolumuza devam ettik. Ucu ucuna trene yetiştim. Mevlana şekeri almayı unuttum. Açıkçası bayağı sinirlenmiştim. Hem zamanlamama hem de şekeri almayı unutmama ama olan olmuştu. Nasipten öteye yol yoktu. Bir dahaki sefere kalmıştı arkadaşlarımın Mevlana şekeri zevki.
Trende ters gitmek ciddi manada midemi rahatsız etmeye başlamıştı. Biraz unutmak adına yanımdaki amca ile sohbet etmeye çalışacaktım ama nafile amca çoktan uyumuştu. Yan tarafımdaki teyzelerin gelin dedikoduları cabası. Hasılı bütün aksilikler üst üste gelmeye başlamıştı. Aklıma çok parlak bir fikir geldi. Gidip restoran bölümündeki koltuklara oturacaktım. Onların birçoğunun yönü düzdü. Kafeteryaya gittim bir çay alayım, dedim bir de ne göreyim karton bardakta sallama çay 2.5 lira. Yer mi Anadolu çocuğu, bir çaya 2.5 lira verilir mi, hem de karton bardak. Yedim. Çünkü başka çarem yoktu. Ya yerime gidip ıstırap çekecektim ya da bu çayı içecektim. Çayımı aldım, oturdum. Malum trenlerde ücretsiz wi-fi hizmeti var. Suriye ile alakalı bir şeyler okudum. Sonra karşıma birisi oturdu. Evet hikaye burada başlıyor, hazır mısınız?
Karşıma oturan ağabey vinç işiyle meşgulmüş. Konya’ya iş için gelmiş, uçak saatleri uymadığı için treni tercih etmiş. Sıralamayı tam hatırlamıyorum ama ailem, üniversite bölümüm, memleketim… Şeklinde muhabbet ilerledi. İstanbul’a bayağı az kalmıştı. Hiç yurt dışına çıkıp çıkmadığımı sordu. Hiç çıkmadığımı söyledim. Sonra benim nereden gelip nereye gittiğimi sordu. Ben de durumdan bahsettim. “Ağabey durum böyleyken böyle...” Tam inmemize yakın hangi tarafa gideceğimi sordu. Kadıköy tarafına gideceğimi söyledim. Yolumun üzeri bırakayım seni, dedi. Ben de olur, dedim. Sanırım dolmuşta geçen mevzunun ikramı buydu. Dolmuşla Pendik-Kadıköy çilesi çekeceğime erkenden giderim diye düşündüm. Arabaya geçtik. Maşallah araba da sağlamdı. En son böyle lüks bir arabaya lisede çektiğimiz otostop sayesinde binmiştim. Muhabbet arabada da devam etti. Ağabey de örfe uygun davranmış, 8-10 paket Mevlana şekeri almış. Yolda bana “ Ben bayağı çok almışım, al sen şu 3 paketi arkadaşlarınla yersin. “ dedi. “Ne oluyoruz be ! ” dedi iç sesim. Bizim çay ocağındaki muhabbetten hiç haberi olmayan biri 3 paket şeker veriyordu. Aman Allah’ım ben bir paket arkadaşlara ikram ettim, sen üç paket gönderdin, ne büyüksün! Çaktırmayın ama benim aldığım öğrenci işi ekonomik boydu. Ağabey ultra lüks 3 paket şeker veriyordu. Bugün çok farklı bir gündü. Göztepe Köprüsü’nün oralardaydık. Şak diye “Seni umreye göndereyim, ne dersin?“ dedi. Hayy’dır Allaaah diye bağırasım geldi ama “Efendim Ağabey!” diyebildim. “Umre diyorum, gitmek istemez misin?“ dedi. “ Ne desem bilemedim. Yani isterim tabii“ diyebildim. “Tamam pasaportunu gönder şu adrese” dedikten sonra hemen rüya olup olmadığını kontrol ettim. Rüya değildi canlı kanlı bir gerçekti bu. Çünkü hiçbir rüyam bu denli güzel olmamıştı. Arkadaşlarımın evinin önüne kadar bıraktı sağ olsun. Vedalaştık, teşekkür ederken bir miktar para uzattı. Yani bir miktar dediğime bakmayın Konya’da arkadaşlarla topladığımız paranın 3 katından fazla para karşımda duruyordu. “Bunları da benim adıma götür“ dedi. Allah’ım mutluluktan uçacaktım. Bu nasıl bir gündür hiç bitmese keşke. Artık benim gözler kapakları açmıştı. Çukurova’yı bir sene sulardım. Yolda yürürken tekrar kontrol ettim uyanıktım, canlıydım, böbreğim de yerindeydi, şekerler ve paralar gerçekti, adamın verdiği adreste bir turizm şirketi vardı. Bunlar neyin hediyesiydi?
Başta kimseye bir şey söyleyemedim. Olayın yüzde bir milyon gerçek olduğuna inandıktan sonra birkaç eşe dosta söyledim. Tabii herkes olay örgüsüne çok şaşırıyordu. “Yaz bunu iyi öykü olur“ diyenlere de bir şey diyemiyordum. Kısmen haklılardı. Şu zamanda böyle bir insanla karşılaşmak anca fantastik filmlerde karşılaşılacak bir olaydı.
Suriye ziyaretimiz sırasında pek çok şey öğrendim. İnsanların yaşadığı o zorlukları 2 gün sonra bitecek ziyaretle bir nebze olsun anlamaya çalıştık. Bir yandan aklımın bir köşesini işgal eden İstanbul vardı. Dönünce hayatımda karşılaştığım en gizemli insanla görüşmeyi düşünüyordum. İstanbul’a varınca aradım ama telefon çalmıyordu bile. Aha dedim bu adam ya Hızır ya da hayallerimle oynayan biriydi. Verdiği bilgileri tekrar kontrol ederken telefon çaldı. Arayan oydu. Hemen açtım. “Ağabey şuan il dışındayım, şuan müsait değilim, sen pasaportunu en kısa zamanda gönder, tarihi belirle, ödeme miktarını öğren bana dön.” dedi ve kapattı. Olay gerçekti. Bunlar neden oluyordu? Ne yapmıştım da böyle bir mükafat alıyordum ? Nasip Çay Ocağından ileriye doğru bir nasipler silsilesi uzanıyordu. Hâlâ inanmakta zorluk çekiyordum.
Yaz gelmişti. Uluslararası Genç Derneği ile “Kafkas İslam Ordusu’nun İzinde” isimli bir proje ile Azerbaycan’a ziyarete gidecektik. İstanbul’a giderken bizim oraların meşhur lezzetlerinden lokum ve pişmaniye aldım. Bu gizemli insana çam sakızı çoban armağanı bir şeyler götürmek arzusundaydım. İstanbul’a vardığımda kendisini aradım. Görüşmek istediğimi söyledim fakat ailesi ile bir programda olduğunu ve görüşmemizin zor olacağını söyledi. Aklıma kartında yazan adres gelmişti. Ufak tefek hediye getirdiğimi ofisine bırakabileceğimi söyledim. Tamam sen ofise git, ofise varınca beni ara, dedi. Ofise vardım. Telefonla aradıktan sonra telefonu çalışanlardan birine vermemi söyledi. Çalışanlardan biriyle görüşüp telefon kapandıktan sonra karşımda bir aylık masrafım miktarınca para duruyordu. Çalışan bu parayı bana uzattı ve “Yolluk edecekmişsin, selamı var” dedi. Bunun rüya olmadığını biliyordum, aslında biraz da alışmıştım. Yaşanılan olaylar karşısında altıma bir uçan halı gelse şaşırmayacak duruma gelmiştim.
İnsanın hayatını değiştiren bazı anların olduğuna hep inanmıştım. “Kenan’da Bir Kuyu” isimli bir film izlemiştim. Yetiştirme yurdundan kaçan bir çocuk bir adamla tanışıyor ve hayatı baştan sona değişiyordu. Bu sahne hep gözümün önüne gelirdi. Bir olay olacaktı ve hayatım baştan sona değişecekti. Sanırım sıra benim sahneme gelmişti. Hayatım geçmiş yıllardan çok farklı ilerliyordu. Sanki görünmez bir el, hayat tespihine nasip boncuklarını teker teker işliyordu.
Allah bütün yolları açtı, iş sadece kulların vesile olmasına kalmıştı. Vizeler de kısa bir zaman içerisinde halloldu. Bize mübarek toprakların yolu göründü. Nasip taşları ile döşenmiş yollara revan olma vakti gelmişti. Tüm dünyayı aynı amaç uğrunda kendisine yönelten Beytullah ile karşı karşıyaydım artık. Tedbiri elden bırakmayıp tekrar rüya ve gerçek testi yaptıktan sonra bu anın gerçek olduğuna karar kıldım.
Allah uzun ömürler versin kıymetli babam her zaman “Nasipse yedi kat dağın altında da olsa o seni bulur” sözünü diline pelesenk etmiştir. Nasipse bir Gümüşhaneli ile bir Afyonlu Konya-İstanbul treninde karşılaşırmış. Nasip boncukları hayatımızın her anında birileri tarafından işleniyor. Bizler küçük bir kısmının farkına varabildik. Hayatımızın her saniyesi inanması güç derecede önem arz ediyor. Yukarıdaki eylemlerden bir tanesi tam zamanında olmasaydı, böyle bir yazı da olmayacaktı. Her saniyenin önemini yeterince anlayabilmek duasıyla...
GENÇ'ın Yazısı.