Şeyma Yalçın

Orta yaşı geçmiş bir adamın, yaşlı annesinin hastalığına dair yaşadığı endişeyi ve ölüme dair teslimiyetinin yanı sıra bu düşüncenin adamda hüzne sebep olduğunu söylemesi ile başladı her şey. Bütün bunları söylerken karşısındaki muhatabının, kardeşinin bir kaç yıl önce küçük yaşta vefat ettiğini unutmuştu. Fakat hatırlaması uzun sürmedi. Zira son cümlesini söyledikten sonra muhatabı, yaşlanmış bir insan ile yaşı daha genç iken vefat eden insanların acılarının bir olmadığına dair bir göndermede bulunmuştu. Muhatabının cümlesinin üzerine hiçbir şey diyemedi. Söyleyecek sözlerinin olmamasından değildi susuşu. Sadece sınanmadığı acılar üzerinden konuşmaktan korktu. Dili sustu o ân. Ancak kafasının içindeki düşünceler kendisini terk etmedi günlerce. Zihni, farkında olmadan, birbirinden farklı yaş grublarındaki insanların ölümüne şahit olan yakınlarının, yaşadığı acılar üzerinden sürekli karşılaştırmalar yaptı durdu saatlerce. Bütün bu kişisel karşılaştırmaların sonunda vardığı sonuç; Yaşı ilerlemiş bir insanın vefatı, onunla vakit geçiren yakınlarının hatıralarıyla dolu iken, yaşı daha genç birisinin vefatı, yaşamaya dair günlere olan hayal ve ukdelerle doluydu. Peki insanın en çok canını yakan hatıralar mı yoksa yaşanmamışlıklar mıydı? Âniden kafasının içindeki bu soruların ve bu sorulardan çıkardığı sonuçtan irkildi. Yaşanan acıların şiddetini ölçebilecek cüreti gösterme çabasına girdiği için tevbe etti Rabbine. Ve döndü, içine dedi ki; insanın duygu şiddetini ölçebilecek istatiksel her veri vicdandan ve yaşnamamış acılardan uzaktır. 

Teknolojinin parlak çağlarında yaşamak, gelişmiş cihazlar ile karıncaların ayak tıpırtısını dinlemek ve daha nice sesleri duymak için icâd edilen robotlar, içimizdeki acının desibelini de ölçebilir mi dersiniz?

Daha biz yaşadığımız acıya yabancıyken bir robottan bunu beklemek anlamsız olurdu herhâlde. İnsanın neresi acıyorsa canı oradadır derler. Yaşanan bir acıyı hafifletmek için bir başka acının varlığıyla teselli etmeye çalışmak, yaşanılan hüznü değersizleştirmekten başka nedir ki? Herkes kendi yükünün hamalıdır ve yine herkes kendi kapatisesi ölçüsünde imtihana tâbi tutulmaktadır. Her bir bireyin kendi içinde güçlü ve zayıf yanlarıda çeşitlilik arz etmektedir. Bu yüzden aynı acıyı tatmış olan kişilerin zâhiri ile bâtını birbirinden farklıdır. Biz hep dış cephelerden akıp giden yağmur damlalarına şahitlik ederken duvarın içindeki çatlakları farkedemedik bu yüzden.

İsyanın kıyısına düşmekten korkarak, teslimiyetin şemsiyesi altında yaşanan hüzünleri, damla damla dökülen gözyaşlarını hafifletebilmek için, iyi niyetle de olsa olmayacak ihtimaller üzerinden konuşmak, karşımızdaki kişiye bir fayda sağlamayacaktır. Belki de bu durum, aksine o kişinin acısının daha da katmerleşmesine sebep olacaktır. Her bir ölümün, acının, sevincin ve daha bir çok soyut şeyin istatiksel verilerle hesaplandığı bir dünyada, robotlaşmadan insan olarak kalmak daha da bir zor hâl alıyor.

Gün gelir ağlarız, gün gelir güleriz ve gün gelir ölürüz. Fakat bu kadar ortak noktamızda bile yine her birimiz ayrı bir yektâyız. Biricikliğimizi ve karşımızdakinin bircikliğini anlamak için mikroskoplara ihtiyacımız yok. İhtiyacımız olan şey, tutarsız olduğu hâlde kararlı olduğumuz düşünceler değil, sadece bir tutam farkındalıktır. Bu yüzden birbirimizi analiz etmek veya anlamlandırmaya çalışmaktan çok, birbirimize saygı duymaya duymaya ihtiyacımız var. Samimiyetle birbirimize saygı duyduğumuz günün peşi sıra inanıyorum ki birbirimizi de anlamaya başlayacağımız günlerin gelmesi yakındır.


GENÇ'ın Yazısı.