Muzaffer Çakır

"Zeytindağı'nın tepesindeyim. Lût Denizi'ne ve Gerek Dağları'na bakıyorum. Daha ötede, Kırmızı Deniz'in (Kızıldeniz) bütün sol kıyısı, Hicaz ve Yemen var. Başımı çevirdiğim zaman Kamame'nin kubbesi gözüme batıyor; Burası Filistin'dir. Daha aşağıda Lübnan var, Suriye var; bir taraftan Süveyş Kanalı'na, öbür taraftan Basra Körfezi'ne kadar çöller, şehirler ve hepsinin üstünde bizim bayrağımız… Ben bu hudutsuz imparatorluğun çocuğuyum.

İsa, Nasıra'da marangoz çırağı idi. Zeytindağı'nın üstünden geçtiği zaman altında, kendi malı bir eşeği vardı: Biz Kudüs'te kirada oturuyoruz. Halep`ten bu tarafa geçmeyen tek şey yalnız Türk kâğıdı değil, ne Türkçe ne de Türk geçiyor.

Floransa ne kadar bizden değilse, Kudüs de o kadar bizim değildi. Sokaklarda seyyahlar gibi dolaşıyoruz.

Kamame Kilisesi'nin Hristiyan milletler arasında taksim edilmiş olduğunu bilirsiniz. İçerisinin her parçası ve bütün kilisenin her hizmeti bir başka cemaatindir. Bu cemaatler yalnız anahtarı pay edememişlerdi. Onun için Kamame anahtarı bir hocanın elindedir. Bütün bu kıt'alarda biz işte bu hocanın vazifesini yapıyoruz: Ticaret, kültür, çiftçilik, sanayi, binalar; her şey Arapların veya diğer devletlerindir. Yalnız jandarma bizim idi; jandarma bile değil, jandarmanın esvabı."1

Cihan Harbi yıllarında bizim Kudüs’teki vaziyetimizi ifade etmekte pek mahirdir bu cümleler.

Bizler, Fransız İhtilâli'nin üzerinden bir asırdan fazla bir zamanın, Kudüs'ü bizim yapan bir imparatorluk ruhu ile birlikte el ele geçip gitmiş olduğunun, belki idrakinde olsak bile şuurunda değildik. Biz, her ifademizde, her tavrımız ve fiilimizde; o birleştirici ve kadim imparatorluk ruhu hâlâ dipdiriymişçesine davranmaktaydık. Konya ile Şam'ı, Bursa ile Beyrut'u, Edirne ile Halep'i, İstanbul ile Kudüs'ü birbirinden ayrılmaz görmek bizim için tarihimizin, milli ve dinî hissiyatımızın vazgeçilemez kıldığı bir telâkki idi. Esasında telâkki bile değil, derin ve asil bir hissiyattı sadece.

O büyük yürekli ve asil zabit Fahreddin Paşa Hazretleri'nin; Medine'nin dört bir yandan İngilizler ve Bedevilerce kuşatıldığı, Mehmetçik ile birlikte çekirge yiyerek inatla mukaddes şehri müdafaa ettiği günlerde, Medine'yi Anadolu'dan, ana vatandan ayrı düşünen zabitlere her defasında yönelttiği tenkit edici bir suâl vardı: "Medine ana vatan değil midir?"2. İşte bizi Hicaz için, Filistin için, Basra için dertlendiren, bizi o topraklara bağlayan tarihî hissiyat buydu tam olarak. "Şam evimiz kadar bizim, Lübnan bahçemiz kadar bizim... Bu tasarruf ve hüküm hissinin bize damarlarımızdaki kandan geldiğine şüphe yoktu" diyerek anlatıyordu bu hissi Fâlih Rıfkı Bey. Öyleydi de...

Oysaki geç kalmıştık: "Rumeli'yi maddeten ne kadar kaybettikse, buraları manen o kadar kaybetmiştik."

İşte bu manevi kaybedişin maddi yüzü, gerek birbirinin ardı sıra isyan bayrağı açan Arap aşiretleri ile, gerekse Anadolu'nun bilmem hangi köşesinden getirilip kızgın çöllerde vatan müdafaası için çarpışan Türk evlâdının kanının her geçen gün daha şiddetli akması ile inikas etmeye başlamıştı. Bu günlerde, bizim fikrimizdeki en ıstıraplı ikilem, hakikat ile hissiyattı. Hakikat ile hissiyat... Medine'nin boşaltılıp düşmana teslim edilmesi, Medine'deki kuvvetlerin Filistin'e çekilerek en azından Filistin'in kaybedilmemesi gerektiği fikri, bizim hakikatle hissiyat arasında bir müddetliğine hakikati tercih etmişliğimizdi. Fakat bu fikrin icra edilmeyip Medine`de -şehri korumakta kâfi gelemeyeceği aslında herkesçe malûm olsa bile- az sayıda birliklerin bırakılması ve Medine'nin bu suretle terk edilmemiş(!) oluşu, bizim hakikate tamamı ile esir olamayıp vicdanımızı rahatlatmak arzumuzun bir neticesiydi. Bu bırakamayış veyahut bırakmayı kabullenemeyiş, Balkan Harbi yıllarında Anadolu`nun fakir şehirlerinde, ailesinde erkek kalmamış bir annenin, sırtına bağladığı yavrusunu, kapı kapı dolaşarak herhangi bir aileye evlâtlık verip geri dönerkenki kabullenemeyişine, bırakmak istemeyişine ne kadar da çok benziyordu.

Bizim Cihan Harbi'nde yaşadığımız büyük ıstırap, kanla veya şehit sayısı ile ölçülecek türden değildi. Bizler Konstantinepolis surlarında da çok kan dökmüştük, Belgrad'ı muhasara ederken de evlâtlarımızı toprağa vermiştik; Viyana önlerinde ise mağlubiyetin boğaz düğümleyici acısını yaşayarak şehit vermiştik üstelik. Lâkin hiçbirinde böylesi bir mahzunluk, böylesi bir eziyet, böylesi bir boynu büküklük yaşamamıştık. İşte bizim Kudüs'ü müdafaa ederkenki en büyük ıstırabımız, hep hakikat ve hissiyat arasında vuku buluyordu. Yavuz`un fethettiği Kudüs-ü Şerif`te dört asır sonraki ahvâlimiz bu idi.

Medine gibi, Bağdat gibi, Şam gibi... İmparatorluğun diğer topraklarını olduğu gibi Kudüs`ü de ana vatandan ayrı düşünemeyişimizin sebebi, tarihin bize durmadan fısıldadığı asil duygulardı. Artık bu hakikat ve hissiyat ikileminde de olsak, bir harbin ortasındaydık ve Kudüs'ü bırakamazdık.

Kudüs'te; süzücü bakışı, sakal karıştırması, bıyık burması ile hıyanet içerisinde olan her vatan hainine korku salan bir "Cemâl Paşa Hazretleri" vardı. Cemâl Paşa`nın komutasındaki neferler -o büyük kumandanın kudret ve azametinden de şevklenmiş olarak- Kudüs`ten hiç çıkmayacak olduklarının inancındalardı. Oysa hissiyat perdesini kaldırıp da hakikati görmek -ki bu hiçbir devlette askerler için asla münasip görülmemiştir- mümkün olduğunda anlaşılıyordu ki, manen kaybettiğimiz bu toprakları maddeten müdafaa etmek çok çetindi. Hakikatlerin içerisinde gizli asıl gerçek de şu idi ki, diğer Arap şehirleri ve Kudüs, Umumi Harp boyunca savunulup elde tutulsa bile bir müddet sonra elimizden çıkacaktı. Değişerek farklı şekillenen dünyanın ve yeni muvazenelerin talihsizliğiydi bu. Artık farklılaşan dünyada, milliyetçilik fikirlerinin hızla ve şiddetle rağbet bulduğu, imparatorlukların parçalanmaya yüz tuttuğu, yeni ideolojilerin ortaya çıktığı ve o eski imparatorluk anlayışının işlemez olduğu yeni dünyada, ne Kudüs bizim kalabilirdi ne Bağdat ne Şam ne de Aden.

Peki ya ne oldu?

Kudüs`ün zahiren ne vaziyette olduğu, maddi kaybedişin nasıl vuku bulduğu, burada üzerinde daha az durduğum ciheti olacaktır meselenin. Fakat şu vaziyeti bilip anlamak gerekir: Kudüs, Büyük Harp'in başladığı esnada, resmiyette Devlet-i Aliye'ye bağlı olsa da fiiliyatta "müstakil gibi bir şey"3 ifadesiyle anlatılan Lübnan'dan daha sağlam bir vaziyetteydi. Yemen kadar uzakta değil, Hicaz kadar da zorda değildi. Fakat bu, Kudüs`teki vaziyetin bizim lehimize olduğu manasına gelmezdi. Kudüs`te de Anadolu`nun dört bir yanından gelmiş olan Türk neferlerinin bu topraklarda kalıcı olmadığı düşüncesi, halk içerisindeki Arap milliyetperverlerine umut ve neşe, Osmanlı taraftarlarına ise hüzün veriyordu.

Kudüs'te, Siyonistler kendilerine adeta gizli bir hükûmet teşkil etmişlerdi desek yeridir. Bayrakları ve postaları vardı. Mektuplarına kendi pullarını yapıştırıyorlar ve bunları kendi memurları ile sevk ediyorlardı.4 Pek çok casusları mevcuttu. İngiliz orduları Filistin`e dayandığında, bu casuslar İngilizler lehine çalışarak Cemal Paşa`nın yatağına kadar girecek, Osmanlı ordusuna dair çok mühim malumatları sızdıracaklardı.

Filistin Cephesi`ndeki İngiliz birliklerinin başında General Allenby bulunuyordu: Lloyd George`un kendisinden Noel hediyesi olarak Kudüs`ü istediği kumandan. Türk (ve Almanlar) tarafında da İngiliz tarafında da 1917 senesinin yaz ayları ciddi bir hazırlık safhası olarak geçti. Allenby`nin ordusu, 27 Ekim 1917`de Gazze`nin bombardımanı ile taarruza geçti. Karadan İngiliz topçuları bombardıman yaparken denizden de İngiliz ve Fransız gemileri bombardımana destek veriyordu. İngilizler, aynı günün akşamı, Osmanlı cephesinin sol kanadını düşürmek için Birüssebi`ye hücum ettiler. 31 Ekim akşamında Birüssebi artık İngilizlerin elindeydi. Osmanlı cephesi, Gazze için stratejik kritiklik taşıyan Birüssebi`nin düşmesi üzerine çok tehlikeli bir vaziyete düştü. Binaenaleyh 5 Kasım`da Gazze boşaltıldı ve iki gün sonra şehir İngilizlerin eline geçti.

15 Kasım'da Yafa da düştü. İngilizler hızla ilerlemeye, Türk kuvvetleri ise çekilmeye devam ediyorlardı.

Kudüs'e çekilip Kudüs'te kuvvetli bir müdafaa hattı oluşturan Osmanlı birlikleri, Allenby'nin taarruzunu durdurmuşlardı. Bunun üzerine Allenby, taarruzuna sükûnet verip birliklerini ve teçhizatını toparladıktan sonra, 8 Aralık'ta Kudüs'e karşı ciddi ve ağır bir taarruza geçti.

Şehir yalnız muhasara değil aynı zamanda da bombardıman altındaydı. Dinî mekânlara top mermileri düşüyor, bu durum şehirde hem maddi hem manevi ciddi bir tahribat yaratıyordu. Bombardımanın daha fazla devam etmesi, Mescid-i Aksa’nın veya başka bir mukaddes mekânın tamamına yakınının tahrip olması ihtimalini bile barındırıyordu. Ertesi gün de bu fecaat ne durdu ne de eksildi. Artık eldeki kuvvetlerle taarruz etmek mümkün olmadığı gibi, müdafaada beklemek de mümkün değildi. İşte o gün, 9 Aralık 1917`de Kudüs Müstakil Mutasarrıfı İzzet Bey`den General Allenby`e hitaben İngiliz kumandanlığına şöyle bir mektup gönderildi:

"İngiliz Kumandanlığı'na,

Her milletçe mukaddes olan Kuds-i Şerif`te iki günden beri bazı emâkine (mekânlara) obüsler düşmektedir. Hükümet-i Osmaniyece sırf emâkin-i diniyyeyi (dinî mekânları) tahripten vikayeten (korumak için) asker kasabadan çekilmiş ve Kamame ve Mescid-i Aksa gibi emâkin-i diniyyenin muhafazasına memurlar ikame edilmiştir.

Tarafınızdan da bu yolda muamele edileceği ümidiyle işbu varakayı Belediye Reisi Vekili Hüseynizade Hüseyin Bey ile gönderiyorum efendim."5

28 Aralık 1516'dan yaklaşık 401 sene sonra gönderilen bu mektup, bizim Kudüs'ten çekilme mektubumuzdu. Bu mektupla Kudüs'ü maddeten de kaybettik ve şehri, Kudüs-ü Şerif'in, Ay Yıldız'ın gölgesinden çıkıp düşman eline düştüğünü kabul ettik.

İstikbâlde Kudüs için nasıl bir gayretimiz olacak bilinmez fakat Kudüs`ün tıpkı kaybı gibi tekrar zaptının da yine önce manevi, sonra maddi olacağı; tarihin bize yaşatmış olduğu ibret dolu tecrübelerle sabittir.

1: Fâlih Rıfkı Atay, Zeytindağı, İstanbul, 1938
2: Feridun Kandemir, Medine Müdafaası
3: Fâlih Rıfkı Atay, Zeytindağı, İstanbul, 1938
4: Fâlih Rıfkı Atay, Zeytindağı, İstanbul, 1938
5: Murat Bardakçı, “Kudüs’ü İngilizlere Neden Terk Ettik Bilir Misiniz? Zarar Görmesin Diye!”, Habertürk, 30.07.2017


GENÇ'ın Yazısı.