Herkesin Huşûsu Kendi Rengindedir
Her şey abdeste niyet ile başlar. Neyin abdestini aldığını düşünerek açacaksın musluğu. Neyin abdestini alıyorsun? Birazdan son namazını kılacak olabilirsin. Eğer öyleyse bu da aldığın son abdesttir. Her âzâna dokunuşunda o âzân ile artık bir daha günah işleyemeyeceğini düşüneceksin. Ne vaktin ne de fırsatın olacak çünkü. Her âzâya dokunup dökülen su ile bütün kirin, pasın ve günahının akıp gittiğini göreceksin.
Gözleri gök kadar derin Genç içeri girdiğinde Burhan namaz kılıyordu. Sessizce bir köşeye çekildi. Elindeki kitaba dalmak üzereyken gözü namazını bitirsin diye beklediği muhatabına kaydı.
Burhan kıyamdaydı. Niye baktığını bilemeden izlemeye başladı. Çok da yakın değildi ama kıraatını işitebiliyordu. Ne okuduğuna değil nasıl durduğuna dikkat kesildi. Bu tür bir nazar anında içine neyin salındığına hep dikkat kesilirdi. Pıtrak gibi bitiveren hissiyatını, gözle görülemeyen koku zerreciklerinin odanın içine hızla yayılmasına benzetirdi. Bakmayı görmeye dönüştüren belki de işte bu içinde uyanandı. Onu ne belirlerdi peki? Doğrusu bunu az düşünmemişti. Belirgin bir cevabı olduğu söylenemezdi ama bunun, ne gözün gördüğü, ne de zihnin düşündüğü olmadığından emindi. İçinde uyananı tetikleyen ile nazar edilenin samimiyeti arasında muhakkak bir bağ vardı. O bağ nasıl kurulur, nazar bu işin neresinde ve nasıl yer alırdı, işte bunlar muammaydı. Şimdilik…
“Huşû ile namaz kılmak böyle bir şey mi acaba?”
Burhan’ın selam vermeye hazırlandığını hissettiğinde kitabına geri döndü. Başını tekrar kaldırdığında gözleri karşılaştı. Sıcak bir tebessümle verdiği selamına Burhan “Allahümme ente’s Selâm ve minke’s selâm” diye mukabele etti. O seccadeyi toparlarken Genç zihninde beliren soruyu sordu:
- Huşû nasıl bir şey acaba?
- Nasıldır, bilmem. Tarif edilebilir mi? Bak ondan da emin değilim. Tarif ettiğinde buharlaşan bir şey gibi gelir bana hep. Ama şunu biliyorum: insanlar arasında kadr ü kıymeti bilinmediği için kaldırılacak ilk ilimlerden bir tanesidir huşû.
- İlim mi? Ben hal olduğunu düşünmüştüm.
- Zaten bize ne olduysa ikisini ayırt etmeye başladığımız günden bu yana oldu.
Genç o an Burhan’ın “bize ne olduysa” ifadesi sırasında yüzünden geçip giden ıstırabın tam böğrünün ortasına oturduğunu hissetti.
“Bize ne oldu?”
- Halimizi kaybettik. İlim kaldırıldı çünkü. İlim yaşanan bir şey olmaktan çıktı. Tahsil, zihne mesafe kat ettirmek gibi anlaşıldı. Hâlbuki tahsil, zihnin de yardımıyla kalbi terfi ettirmekti. Okunan, yazılan ve tefekkür edilen kitapta, defterde ya da söze kalmaz, hal olur talebeyi inkişaf ettirirdi. Talip ya da talebe olmak işte bu hali istemekti. Öğrendiğin, bildiğin değil erdiğindi. Bildiğini haz alarak hazmetmediğin, bu haz ile eline, gözüne, yüzüne nur kılmadığın sürece okumanın bir kıymeti yoktu.
Burhan bir kırıklık edasıyla elini salladı:
- Neyse, uzun mevzûdur, geçelim.
Genç ilgiyle dinliyordu aslında. Hayatı boyunca talebe olmak istemişti. Eğer olabilmişse ölünceye kadar da talebe kalmak isteyeceğinden hiç şüphesi yoktu. Öğrenmekle yaşamak arasındaki o vâkıf olunamayan irtibatın da farkındaydı. Bildikleri ile amel edenlere bilmediklerinin öğretileceğini Allah vaat etmiyor muydu zaten? Yitip giden, muhtaç olunan idiyse onu konuşmaktan tabii ne olabilirdi?
Burhan, muhatabının gözünden kayıp giden o hüzün dalgasını hissetmiş gibi devam etti:
- Huşû idi değil mi mevzû?
Genç başını salladı.
- Huşû, insanlar arasından kaldırılacak ilk ilimdir demiştik. Sahabe şöyle tarif etmiş: Girersin kalabalık bir camiye, herkesi namaz kılar görürsün, ama bir tane bile huşû sahibine rastlayamazsın.
Genç “nedir huşû peki, o zaman” diye soracak oldu ama biraz önceki söz düştü aklına. Tarif edilemeyen nasıl anlatılırdı ki?
- Huşû nedir bilinmez, zevk edilir. Ama hakkında bilinecek bir şey varsa şu olabilir: Huşûya ermek için ilgili her şeyin hakkını vermek gerekir. Namazla ilgili ne varsa, namazın içinde dışında erkân olarak ne tarif edilmişse hepsinin hakkını verir ve beklersin. Neyi beklersin? Huşûnun verilmesini…
Genç meselenin daha da açılmasını istiyor, bunun için bir şeyler söylemesi gerektiğini hissediyordu:
- Allah ü Ekber diyerek elimizin tersi ile her şeyi attık ve girdik diyelim namaza?
Burhan güldü:
- Çok geç kaldın.
- Niyet bahsi ile mi başlar?
- Hangi niyet olduğuna bağlı.
- Namaza niyet ediyoruz işte, onu kastediyorum.
- O da geç. Her şey abdeste niyet ile başlar. Neyin abdestini aldığını düşünerek açacaksın musluğu. Neyin abdestini alıyorsun? Birazdan son namazını kılacak olabilirsin. Eğer öyleyse bu da aldığın son abdesttir. Her âzâna dokunuşunda o âzân ile artık bir daha günah işleyemeyeceğini düşüneceksin. Ne vaktin ne de fırsatın olacak çünkü. Her âzâya dokunup dökülen su ile bütün kirin, pasın ve günahının akıp gittiğini göreceksin.
Genç güldü:
- Nasıl göreceğim?
- Dünyacı insanlar gördüğüne inanır, ya biz?
Sözünü tamamlarken muzipçe gözünü kırptı:
- Biz inandığımızı görürüz.
Genç bu son duyduğuna zihninde hemen bir mim koymuştu bile. Burhan devam ediyordu:
- Bilincini koruyacaksın, bu şuur ile abdestin tamamlandığında artık huzura durabilecek bir temizliğe eriştiğini düşünebilirsin.
Burhan o an Genç’in gözlerinin ta derinine baktı.
- Ama zinhar böyle düşünmeyeceksin, çünkü huzura durmaz, huzura alınırsın. O yüzden dilinde istiğfar ve gönlünde namaz kılma iradesini yeşertip seni hazırlığa sevk edene karşı şükür duygusu ile seccadeni sereceksin. Niyet edip namaza başladıktan sonra duruşun çınar gibi sabit olacak.
- Duruşun da hakkını vereceğiz yani?
- Duruşun hakkı, bedenin içindeki huzurun ritmine tâbi olmasıdır. O ritmi kalp belirler. Kalp, esas sahibinin huzurunda nefesini tutmuş beklerken, senin nefesin de bir ayara girer.
Ayağa kalktı ve eliyle işaret ederek anlatmaya başladı:
- Gerilmeyeceksin. Huzurda huzurla duracak, bakana da huzur vereceksin, çünkü dünyada irade ile seçilebilecek en güzel hallerden birindesin.
Genç’in o an aklına Hakîm’in bir duası geldi. Son nefesten bahis açtığı her zaman bir şekilde sözü getirip ettiği o duayı: “Rabbimiz bizim canımızı ya sohbette, ya secdede ya da cihat sırasında alsın.”
Burhan şimdi eğilmiş, rükûu tarif ediyordu:
- Sırtın dümdüz olacak. Ama vücuduna yükleneceğim diye gönlünün huzurunu ihmal etmeyeceksin.
Doğruldu:
- Rükû ile secde arası… Seni bir an gören hep ayakta duruyorsun zannedecek. Acele yok. İtidal var. Buna ne diyor kitaplar?
- Tadil-i erkân.
- Evet, rükünlerin adaleti derim ben ona. Ne fazla, ne az; her âzânın hakkını vereceksin. Ve en önemlisi içinin huzurunu gözlerinin disiplini ile sağlayacaksın.
İyi anlaşılmasını istediği yerde bir parça es verirdi, yine öyle yaptı.
- Gözlerin mıhlanmış gibi belli yerlerde duracak. Kıyamda iken secde yerine bakacaksın. Rükûda ayaklarının arasına… Secdede secde yerine… Otururken dizlerinin arasına…
Susmuştu. Genç araya girmek zorunda hissetti, kelimelerini seçerek konuşuyordu:
- Böylece huşûnun verilebileceğini umabiliriz, öyle mi?
Burhan tebessüm etti:
- Başka şartlar da var. Kıraat mesela. Ne okudun? Anlamı ile bütünleşebildin mi? Kıraat kalbinin ritminde ahenkli bir iç ses miydi, yoksa yanındakinin işitebileceği kadar dışa vurmuş, yoğunlaşmanı kolaylaştıracak bir dış ses mi?
Burhan yine gözünü kırptı:
- Evet, hangisini tercih ederdin?
Genç hiç düşünmediği bu soruya ne cevap vereceğini bilemedi. Burhan’ın ikinci tavrı tercih ettiğine şahit olmuştu. Kendisi? Küçükken camide kendisine çıkışan ihtiyardan bu yana namazda sadece dudakları kımıldıyordu. Tebessüm etti ve sustu. O akşam günlüğüne şu notu düştü:
“Huşû her şeyin hakkını vermekse kıraatın hakkı nedir? Kalp ritmine ayarlı bir iç akış mı, yoksa insanın kendisi, kendisi ile ilgili her şeyi ve en mühimi pusuda bekleyip durmakta olan düşmanı unutturacak kadar odağa yerleşmiş, yanındakinin duyacağı kadar bir dış ses mi? Doğrusu bu sorunun cevabı kişiden kişiye değişir. Kimi vardır, iç âlemindeki ritmin bozulmasına gökler bile rıza göstermez, kimisi de vardır dışındaki sesin tınısı düşmanın, düşman soyunun ve hatta kendi karanlık tarafı bile sindirir. Kendi hakikatine ermiş olan namazının kıvam ve kalite göstergesi olan huşûsu ile bilinir, çünkü herkesin huşûsu kendi rengindedir.”
Mehmet Lütfi Arslan'ın Yazısı.