Milli Eğitim Bakanlığı Bakan Müşaviri Dr. Necdet Subaşı Hocamızla bu ayki dosya konumuz bağlamında konuştuk. Kendisine soracağımız soru çoktu: Hem dosya bağlamında “geleceğin gençlerini” hem de büyükler ne yapmalı sorusu üzerinden sorular sorduk. Ayrıca malumunuz, bundan 1 yıl kadar önce “Gençlerde din yorgunluğu” şeklinde ortaya çıkan bir tartışma vardı. Bu tartışma, günlerce, hatta aylarca devam etti, sürdürüldü. Meselenin temelinde ise Dr. Necdet Subaşı Hocanın ürettiği bir kavram yer alıyordu: Din yorgunluğu. Peki bu ne demekti? Genç Dergisi’nin bu ayki dosya konusunun bu meseleyle de ciddi bir ilişki halinde olduğunu düşünüyoruz. Buyurun okumaya...

Bugün Türkiye’nin idareci, yönetici tipi ortalama 50-60 yaş arasındaki insanlardan oluşuyor. Bu da demek oluyor ki, bugünün gençleri 30 sene sonra yarının idarecileri, yöneticileri olacaklar. Sizce geleceğimiz nasıl olacak?

Tabii ki öyle olacak. Bu zaten kaçınılmaz bir durum. Ancak sanırım siz gelecek hakkındaki düşüncelerimizi inşa ederken yarının olası söz sahipleri hakkında bir karamsarlık içinde olup olmadığımızı merak ediyorsunuz. Gelecek hep belirsiz; net olarak kestirilebilecek bir şey değil. Bana kalırsa yarınlar söz konusu olduğunda bize düşen sadece umut etmek, umudumuzu korumak. Bununla beraber hiç kimse de geleceğini bir yele kaptırmak istemez. Bunun için de insan üzerine kafa yormak, yarının dünyasının belli başlı kodları üzerine çalışmak, çocuklarımızı onları bekleyecek günlerin havasına hazırlamak gerek. Bu açıdan bakıldığında iyimser olduğumu söyleyebilirim. Gerçi aksi için de bir neden gözükmüyor.

Kehanetler Birbirini Kovalıyor

Bizi karamsarlığa düşüren ya da iten şeyler de var ama...

Kişisel tanıklıklarımız “elimizden uçup giden bir dünya” hakkında sık sık korkutucu bilgilerle şekilleniyor. “Bildiğimiz dünyanın sonu”na geldiğimize dair uçuk kehanetler birbirini kovalıyor. Bütün bunlardan etkileniyor, yer yer de paniğe kapılıyoruz. Oysa bu gereksiz. Eskiden sadece kuşak farklarıyla, kuşak çatışmalarıyla sınırlı bir tartışma alanı bugün farklı değerler, paradigmalar hatta değişen zihniyet yapıları eşliğinde bambaşka mecralarda ele alınmaya başladı. Çocuklarımız ya da daha genel bir ifadeyle etrafımızdaki gençliği geleceğe taşıyacak bilgi, inanç ve değerler hakkında iyimserliğimizi pekiştirecek düzeyde daha fazla bir şeyler görmek, duymak ve kavramak istiyoruz.

Biraz acele ediyoruz sanki? Yani gençlerden hemen bir şeyler beklerken...

Evet, bunu fark etmemek mümkün değil; ancak geleceğin dünyasını bugünden anlama noktasında da ciddi engellerimiz var. Hayal gücümüzü sonuna kadar işlettiğimizde hızla değişen dünyanın artık herkes için şaşırtıcı sayılabilecek gramerine şu çoluk çocuğun nasıl olup da uyum sağlayabileceğini ya da nasıl olup da bütün bunlara yön verebileceğini düşünmeye başlıyor, sonra da eldeki verilerden hareketle akla karayı seçiyor, umutsuzluk denizinde kaybolmaktan başka kendimize bir yol bulamıyoruz. Oysa öyle değil. Gençler bizi bugün ayakta tutan şeylerden uzakmış gibi görünüyorlar. Ne var ki onlarla aramızdaki devamlılığı sağlayan şey sosyologların dediği şu meşhur kök paradigmalar ya da onları da bizi de aynı noktada tutan aidiyet ve asabiye duygusu. Sanırım bunlar üzerinde biraz daha durmak gerekiyor. Kimse yarın, bizim bugün kullandığımız âlet edevatla idare etmek zorunda değil. Hem şeyler dünyası da eskimeye mahkûm.

Önemli Olan İstikameti Korumak

Önemli olan kendi imkânlarıyla yüz yüze kaldıklarında onları koruyup besleyecek halkaların neler olacağı. Soru buradan sorulduğunda da akla inançlar, değerler, kimlikler ve gelecek tasarımı gibi büyük konular geliyor. Bence sıkıntı yok. Hayat öyle ya da böyle devam ediyor; bize düşen her durumda “istikamet”i korumak. 

Şunu da sormak isteriz: Sizce geleceğimiz nasıl olmalı? Yani bu bir öngörü, tecrübe paylaşımı gibi olabilir, size göre Türkiye bundan 30 sene sonra, nerede olmalı?

Gelecek bize ne gösterir, dediğim gibi, bilmiyorum. İnsan tabii ki yarınlar üzerine düşünürken içinde yaşadığı evren üzerinden bir değerlendirme ihtiyacı duyuyor. Eksikliklerin tamamlanması için gelecek kuşaklara umut bağlıyor, güzel ve yerinde olan şeylerin devamı için de bütün bunların kararlılıkla devredilebileceği yeni bir neslin varlığını hayal ediyor. Büyük şairlerin kendi çocukları üzerinden bu beklentilerini dile getirdiklerini biliyoruz. Mehmet Akif’in Safahat’ında umut bağladığı Asım da Nazım Hikmet’in Memet’i de yine Necip Fazıl’in Çile’sinde kendisine görev ve sorumluluk yüklediği Mehmet’i de aslında aynı beklentilerin ifade edildiği ideal karakterler.

İnsan: Bir Emanetçi...

İnsan içinden geçtiğimiz süreçleri iyisiyle kötüsüyle değerlendirmeye çalıştığında, artık giderek küçülen bir dünyada iletişim imkânlarının hızla çoğalıp insan denen varlığın etki ve gücünün bir hayli küçülüp daraldığı bir zaman diliminde tekrar onu diriltecek yeni ve güçlü bir nefes arıyor. Öte yandan insanın ne sorumlulukları ne de misyonu değişiyor. İnsan nereden bakılırsa bakılsın bir emanetçi, başlı başına müstakil bir muhatap ve kendisine başka diğer varlıklardan esirgenmiş bilgilerle resmen lütfedilmiş bir farkındalık; bu açık ve kesin. İnsanlığı bilgilerle, kelimelerle ve kavrayış ilkeleriyle teçhiz edilmiş, ona bunlar tek tek öğretilmiş. Liyakat ve dirayetten ödün vermediği müddetçe ona dur diyen olmayacak, önü hep açık. O hâlde gelecek kuşaklar da kendilerine kadar ulaşmış bu hikâyeyi, artık devraldıkları misyonu eşyanın ve varlık dünyasının tabiatına halel getirmeden yeniden hatırlamaları, canlandırmaları ve hayatı herkes için yaşanılabilir bir kıvamda tutabilmenin yollarını bulmak zorundalar. Bu da içinde ahlak, merhamet, adalet, huzur ve takva gibi pek çok kavramın yeniden konuşulacağı başka bir dünyanın kodlarını afişe etmektedir. 

Bundan 30 yıl sonra ülkeyi yönetecek gençler deyince, aslında Ak Parti iktidarı dışında bir yönetim görmeyen gençleri de kast etmiş oluyoruz dolaylı olarak. Gençliğin muhalif damarı da sadece Ak Parti üzerine inşa oluyor böylelikle. Bu durumu nasıl yorumluyorsunuz? Bu, gençler açısından avantaj veya dezavantaj mıdır?

Evet, onları sürekli bir başa kakma edebiyatıyla bunaltmak tabii ki hoş değil ama nereden bakılırsa bakılsın hafızalarında ciddi bir kopukluk olduğu da bir gerçek. Bizim kuşak Türkiye’nin rota belirleme süreçlerinde şekillendi. Dolayısıyla hayatın gerçekliği içinde doğal, olağan olan, olması gereken şeylerin çoğunu biz fasılasız bir gerilim ortamı içinde yaşadık. Din gibi insan yaşamının olmazsa olmazları arasında yer alan güçlü referans noktalarını bir kaotik bir edebiyatının içinde kavradık ve derinlemesine hissettik. Sık sık hatırlatılan 28 Şubat süreci aslında boş bir tekrar değil. Doğrudur, yeni nesil her şeyin en iyisine giden, her şeyin en güzelini ortaya koymaya açık bir muhitin içinde doğdu ve kendinden önceki kuşakların meşakkatli tarihlerinden yeterince haberdar olmadı.

Çilesiz de Olmaz, Zahmetsiz de

İçinde darbelerin, müdahalelerin, hak ihlallerinin, yok saymaların ve tarihten silme tehditlerinin yer aldığı bir süreçten gelenler çocuklarındaki bu aymazlığı hatta birer kanıksama gibi gördükleri ilgisizliği anlamakta zorlanıyor ve bütün bu tanıklıklarının bir sonucu olarak da yeise kapılıyorlar. Oysa bu normal ve onlar da kendi zamanlarının gerçeğiyle karşılaştıklarında sadece refleks tepkilerle yetinmeksizin içinde tefekkür, haysiyet, direnç ve kök hafıza gibi kavramların dolaşımda olduğu yeni birtakım arayışlarla kendi yerlerini korumaya çalışacaklar. Kimse el bebek gül bebek değil, hayat dediğimiz şey çilesiz de olmaz, zahmetsiz de. Rahmet belki bu süreçlerden sonra bir ferahlık, bir rahatlama etabı. 

Sizin ürettiğiniz, üzerine de çokça tartışılan bir kavram vardı: “Din Yorgunu Gençler” diye. Aslında bizim bahsetmek istediğimiz konuyla da bir ilişkisi var bu kavramın; şöyle ki, bu din yorgunluğu, gelecekte ne gibi durumlar ortaya çıkarır, gençler bu yorgunlukla acaba dine nasıl bakacaklar merak ediyoruz...

Evet “din yorgunluğu” kavramı özenli özensiz pek çok yerde mevcut ruh dünyalarını ve bu bağlamdaki çeşitliliği ifade etmek için kullanılıyor. Benim kavramsal düzeyde bununla kastettiğim insanları dinle yormanın ortaya çıkaracağı problemlerden ibaretti. Din kuşkusuz saygın bir atıf zinciri ve onun yorulması da söz konusu değil. Burada söz konusu olan bir metafor etrafında dinî hayatımızın ortaya çıkardığı sıra dışı hâlleri tanımlamak. Bahsettiğim, insana ulaşma çabası içinde kullandığımız din dilinin gerek geleneksel tebliğ hassasiyetlerini gerekse modern pedagojinin veri ve imkânlarını açıkça ihmâl ve ihlal ederek takdim etme noktasındaki zaaf ve kusurlarımız. Tabi ki bundan millet yoruluyor, bu dile aşinalığı olmayan gençler sıkboğaz bir dinselliğin içinde kendilerini mütemadiyen yorgun hissediyor. Bu konuda eldeki imkânları fütursuz bir şekilde kullanmayı itiyad edinen bir zihniyetin gençlerin fiilî dünyasını sıklıkla göz ardı etme noktasındaki kararlılığı hem dine hem de onu tevarüs edecek yeni kuşaklara ağır zayiatlar verdirecek düzeyde işliyor. İyi niyetli çabalar boş değil, yeni nesli kurtarma içgüdüsü herkesi seferberliğe davet ediyor. Ancak kimse bu gidişatın sosyolojisine vakit ayırmıyor, aslında “Olan nedir?” sorusu muhabbet meclislerinde basit bir çerez olarak kendine ancak bir yer bulabiliyor.

Nasıl Konuşacağımızı Bilsek Yeter 

Son olarak şunu soralım: Gençlere yönelik kullanılacak dil nasıl olmalı? Daha doğrusu bu dili nasıl güncelleyebiliriz?

Bir strateji geliştirmeye gerek yok. Çocukla nasıl gençle nasıl konuşulacağını bilmemiz gerekir. Kaldı ki her kuşağın da aklını ve gönlünü çelen güncel bir dil akışı var. Kafeslemeyi, rehin almayı, çalmayı ve zapt etmeyi amaçlayan bir dil ortaya kasvetli, saldırgan ve huzursuz edici bir iz bırakıyor. Doğallığı ıskalamadan, insanların hür iradelerinin değerini küçümsemeden; kendimizi kurtarıcı, başkalarını zavallı görmeden, kimseyi ayırmadan tek tek her birimize iyi gelebilecek o insani sıcaklığın kıvamına müdahale etmeden yaşayarak öğrendiklerimizi keyifle aktarmanın yollarını bulmamız gerekiyor.


GENÇ'ın Yazısı.