Gelecek hakkında konuşurken, bunu muhakkak sosyal bilimcilerin; sosyologların görüşleriyle de desteklemek lazım. Zira olayları hem tarihten hem de gerçek verilerden süzdüğümüz zaman gelecek tahayyülü, tasviri daha kolay ve net olacaktır. Bu anlamda biz de, sosyolog Doç. Dr. Lütfi Sunar Hocamız ile hem bu tahayyülü yapmaya hem de kendisinin ürettiği, halsizim kavramı üzerine konuştuk. 2050’li yıllarda neler olacak; gençler bizi nasıl yönetecek ve dahası... Muhakkak ders çıkaracağımız bir röportaj, iyi okumalar.

Türkiye’de ve tüm dünyada, yöneten kadrolara baktığımız zaman ortalama 45-60 yaş aralığında insanlar olduğunu görüyoruz. Şimdinin gençleri yönetecek yaşlara geldiğinde, nasıl bir geleceğimiz olacak sizce? Onları doğru hazırlayabiliyor muyuz?

Farklı nesillerin birbirleriyle iletişimleri, nesiller arası geçiş her zaman ilgi çeken bir konu olmuştur. İnsanlar bu konuyu haklı olarak çok merak ederler. Ama içinden geçmekte olduğumuz dönemde özel olarak bu konu önemli. Zira hızlı yaşanan değişimler sebebiyle kuşaklar arası geçişlerin mesafeleri çok daraldı. Farklı kuşakların muhatap oldukları kültür, sosyal ortam, ekonomik durum birbirinden tamamıyla farklılaşıyor. Dolayısıyla büyük değişmelerle kuşaklar arasında bir geçiş olduğu söylenebilir. Bu da yetişkinlerin geleceği kuracak şimdinin gençlerini doğru anlamalarına engel oluyor. Yetişkinler, yöneticiler gençlere biraz da romantik bir biçimde bakıyorlar. Günün meselelerini ve gerçeklerini kavramadan bazı değer yüklemeleri ile aşırı beklentiler oluşturuyorlar. Bu da yaşanan kopuşu bir anlam boşluğuna dönüştürüyor. Halbuki her dönemin kendine göre bir dünyası var ve bunu kavramak meselenin doğru bir biçimde konumlandırılması için çok önemli. Ben gençlerle ilgili aşırı kaygılı değilim. Benim kaygılarım daha çok orta kuşak ile ilgili. Yani “ne olacak bu orta kuşakların hali?” sorusu daha anlamlı geliyor bana.

“X, Y, Z Kuşağı” İfadelerine Sıcak Bakmıyorum

Popüler söylemde bir değerlendirme yapılırken X, Y, Z kuşağı kavramları çok sık kullanılıyor. Açıkçası ben buna çok sıcak bakmıyorum. Daha çok şirketlerde davranış örüntülerini belirlemek üzere insan kaynakları alanında kullanılan teknik bir tabir bizde sosyolojik bir açıklayıcılığı varmış gibi kullanılıyor. Ama esasen bu kategorizasyon sosyolojik bir kavramsallaştırma ve zemin içermiyor. Bu kavramsallaştırmadan hareketle bir toplumsal analiz yapmak mümkün değil. Lakin şöyle bir durum söz konusu: İnternetin bulunduğu dünyaya doğmuş, teknolojik gelişmeleri son derece hızlı bir şekilde hissetmiş, şehirleşmiş, görece iktisadi kaynakların bollaştığı bir dünyada yetişmiş olan günümüz kuşaklarını, önceki kuşaklardan, psikolojik, sosyolojik olarak farklılık göstereceklerini söylemek için kahin olmaya gerek yok. Öyleler zaten.

Peki bizim bu kuşaklara dair üretmiş olduğumuz anlamlar, kuşaklara dair bakışımızı da şekillendiriyor mu sizce?

Gayet tabii. Bu kuşağın kendi sorunları, dünyası ve bakışından ziyade onlarda aranan özelliklere, yüklenen değerlere odaklanılıyor çoğu kez. Bu hususta biraz ihtiyatlı olmakta fayda var. Bazen bir jargonu veya söylemi ürettiğinizde gidip sahada onu gözlemek mümkün olabiliyor. Sürekli bu kuşağın söylenen “daha az sadık; daha az azimli; daha az gayretli” olduğu iddia ediliyor. Bunlar varsayımsal söylemler. Zira bu söylemler çalışma yaşamında gerçekleşen değişimleri dikkate almadan önceki kuşağın içinde yaşadığı koşullarda sahip olduğu özellikleri yeni kuşaktan beklemekten kaynaklanıyor. Böylece sosyal yapıdaki değişimleri ihmal eden bir yaklaşım ortaya çıkıyor. Peki artık bu özelliklere eskisi kadar ihtiyaç yoksa, ve hatta bu özelliklerin fazla olması iş yaşamında sorun oluşturuyorsa ne olacak? Dolayısıyla her dönemin toplumsal yapısında farklı özelliklere ihtiyaç olacağını bilmek meseleyi daha gerçekçi kavramaya yardım edecektir. Almanların çok güzel bir atasözü var: “Müzik değişirse dans da değişir.” Eski müzikle yeni dans olmaz.

“O Eski Ustalar” Artık Olmayacak! 

Gençlerden çok şey bekliyoruz yani?

Endüstri toplumundaki gibi daha uzun süreli, daha bedensel efor sarf eden işler yapmalarını bekliyoruz. Halbuki yeni dünyada bu tür işler daha fazla otomatlaşmış vaziyette; daha robotik hale gelmiş durumda. Günümüz üretiminde bilgisayarlı makinaların daha fazla görev üstleniyorlar. Dolayısıyla çalışma örüntüsü farklılaşmış vaziyette. Bu durum gençlerin işe, çalışmaya, çalışma yaşamına bakışına, duygularına, düşüncelerinin değişimine yansıyor tabii olarak. Mesela benzer bir durum tarım toplumundan sanayi toplumuna geçerken de yaşanmıştı. Orada da emir ve komuta altında gün boyunca belirli bir ortamda sürekli çalışıyor olmanın yadırgandığını görüyoruz. Çünkü daha önce kırda daha serbest bir ortamda, veya zanaatkarın kendi işini kendi dizayn eden bir çalışma biçiminden, gittikçe daha mesaili, emir komuta zinciri içerisinde çalışılan bir sisteme geçiş söz konusuydu. O zaman da yadırganmıştı bu. Eski zanaatkâr ustalar, fabrika işçisinin aletlere bağımlılığını bir beceri kaybı olarak yorumlamıştı. Sık duyardık biz çocukluğumuzda, “Nerede o eski ustalar!” diye. Her şeyden anlayan, elinden her iş gelen, dükkanına gittiğinizde mutlaka size bir çözüm bulan o zanaatkaar usta artık yok olmuştu. Ama zamanla bunun yeni topluma daha uygun olduğu ortaya çıktı. Bir üretim bollaşması ve nitelik artışı getirdi. Şimdi de üretim sistemlerinde benzer bir değişim süreci yaşanıyor. 

Bu yanlış bir durum mu?

Buna yanlış veya doğru demekten ziyade, sosyal bir vaka olduğunu görmek lazım. Anneler ve babalar çocuklarının kendileri gibi davranmasını beklerler. Çocuklar da anne ve babalarının kendilerini anlamadığını düşünürler. Ama yine de burada özel bir durum var: Dünyada üretim, tüketim, yönetim ve toplumsal sistemler çok ciddi bir biçimde hızlanarak değişiyorlar. Bu değişme içerisinde pek çok eski alışkanlık, beceri, örüntü, tutum çok hızlı bir şekilde tedavülden kalkıyor. Bu tedavülden kalkış süreci doğal olarak toplumsal yapıyı altüst ediyor. Yeniden tanımlama ihtiyacı, zorunluluğunu ortaya çıkarıyor. Yine tabii olarak toplumun geleceği adına bir kaygı üretiyor. Gençlerin bu değişimi hissi olarak daha iyi kavradıklarını düşünüyorum. Bu hissi bilinç seviyesine çıkarmak ve yapılandırmak lazım. 

O zaman bunu nasıl kavramak lazım? Gelecekte bir kaos olduğuna dair tüm bu kaygılar nasıl teskin olacak?

Bu sorudaki endişelerin ortaya çıkışında özellikle son zamanlarda bilgisayar teknolojilerinde yaşanan değişiminin çok önemli bir rolü olduğunu görüyoruz. Sorun şu ki biz toplum olarak bu değişime çok hazırlıksız yakalandık. Maalesef yeni çağın iş ve meslek dünyasını, çalışma örüntülerini kontrolsüz ve hazırlıksız bir şekilde yaşıyoruz. Bu süreci yönetebilecek insani yetkinlikleri ortaya çıkartmada, teknik, iktisadi birikimi oluşturmada çok geç kaldık. Aynı zamanda bu gecikmişlik duygusuyla biraz da acele ediyoruz. Acele edince de dönüşümleri tam anlamıyla gerçekleştirmeden bir sonraki aşamaya geçmeye çabalıyoruz. Bu da sosyal yapıyı çok ciddi bir biçimde zorluyor.

Geleceği Konuşmak İçin Geç Kaldık

En önemlisi geleceğe yönelik hazırlık yapmakta geç kaldık. Gittikçe de gecikiyoruz. “Gelecekte bizi ne bekliyor? Karşımıza tam olarak nasıl bir toplumsal yapı, hangi sorunlar çıkacak? Bu sorunları nasıl aşacağız?” gibi sorulara kafa yormamız gerekiyor. 

Nasıl yaparız peki bunu? Takılıp kaldığımız bir şeyler mi var sizce?

Benim gördüğüm tarihe fazla gömüldük. Çünkü daha bitmemiş işlerimiz, tamamlanmamış fikirlerimiz ve görülmemiş hesaplarımız var. Dolayısıyla geçmiş meseleleri kurcalamaya çok vakit ayırıyoruz. Bakın bugün, üzerinde tartıştığımız, müzakere ve münazara ettiğimiz konuların önemli bir kısmı geçmişe ait konular. Halbuki bu tehditler, değişimler, yönelimler çerçevesinde geleceği konuşmanın daha faydalı olacağı kanaatindeyim. Bunun için evvela geçmişi bir tarihe dönüştürmemiz ve sırtımıza yaslayarak kendimizi güvene almamız gerekiyor. Bu tabii olarak kimlikle ve değerlerle ilgili bir mesele. Toplumun kimliğini bulduğu bir değer çerçevesinde uzlaşma üretip bunun üzerinden artık tartışmaları bitirmemiz gerekiyor. Bir de insanların birbirini tehdit olarak gördüğü “semboller savaşını” sonlandırmamız gerekiyor. 

Sizin son zamanlarda dikkat çeken “halsizm” diye bir kavramsallaştırmanız var. Türkiye’de neredeyse her alanda gözüken yorgunluk için kullandığınız bir ifadeydi bu. “Halsizm” siyasette, eğitimde, dini hayatta çok karşımıza çıkıyor. Biraz açabilir misiniz?

Eğer bir birey olarak yaptığınız çalışmanın, işin neticesini göremiyorsanız yabancılaşmaya bağlı bir yorgunluk ortaya çıkar. Bu daha çok anlam boşalmasından kaynaklanan bir yorgunluktur. Bu çok çalışmaktan kaynaklanan bedensel ve zihinsel yorgunluğa benzemez. Bir ümitsizlikten beslenen bulaşıcı bir yorgunluktur. Yani çalışmadan yorulmak gibi. Halbuki insan bir amaç doğrultusunda çalışıp yorulduğunda bu motive edicidir. Ancak amaç boşalması motivasyonu ve ümidi körelttiği için çalışmaya ve üretmeye yönelik bir isteksizlik ortaya çıkarır. Bu isteksizlik ve ümitsizlik gittikçe kendi gerçekliğinden kopup bir sahte ideolojiye doğru dönüşüyor. İşte ben bu durumu “halsizm” olarak adlandırdım.

Birbirimizle Boğuşuyoruz...

Türkiye’de bir süredir, sonucu olmayan, sonuca vardığımızda da ne işimize yarayacağı hususunda net bir fikrimiz olmadığı meseleleri, konuları tartışıp duruyoruz. Tabiri caizse farklı toplumsal kesimler bir çamur deryasında birbiri ile sürekli boğuşuyor. Herkes yeterince çamura bulanmış vaziyette. Bu meseleler, konular bir türlü bitmiyor; bu tartışmalar neticelenmiyor. Çoğu kez tartışmalar bir çözüm üretmekten ziyade karşı tarafa bir zafiyet vermeye yönelik. Buna sahte çatışma diyorum ben. Neticelendiğinde herhangi bir soruna bir çözüm ortaya çıkarmayan çatışmaların sayısı çok fazla. Dolayısıyla bu çok ciddi bir biçimde yorgunluk ortaya çıkarıyor. Ben bunun yerine sembollerden ziyade artık gerçek sorunlara odaklanmanın gerekli olduğunu düşünüyorum.

İşsizliği Konuşmuyoruz Mesela

Gençler işsiz mesela. Gençlerin işsizliğini meslek piyasaları, Türkiye’nin ekonomik yapısı, eğitim sisteminin sorunları etrafında tartışmak gerekiyor. Halbuki bugün gençlerle ilgili tartışmalar bakın işsizlikten ziyade gençlerin davranışları, tutumları, giyimleri, dilleri tartışılıyor. Konu çok hızlı bir biçimde dindarlık-modernlik eksenine taşındığında “kadim çıkmaza” giriyoruz. Bunlar önemsiz değil ama çoğu kez tartışmaların biçimi sosyal gerçeklikten uzak. Toplum bunları kendi içinde günlük yaşamda çözmüşken elitler daha çözümsüz bir biçimde konuya yaklaşıyorlar. Bu meseleleri bu şekilde semboller dünyasında ele aldıkça çözmek mümkün değil. Bu konular çok yoğun bir biçimde tartışıldıkça gençler hâlâ işsiz olacak; çalışma, iş piyasaları, eğitim hâlâ sorun olmaya devam edecek. Halbuki eğitimi iyileştirsek, daha iyi işler ortaya çıkarsak, refahı artırsak ve daha iyi paylaştırsak muhtemelen ortaya çıkacak ümit ve heyecan ile diğer sorunları da daha kolay çözebileceğiz. 

Peki bir çıkış yolu var mı?

Bazı meselelere çok takılıp kaldık. Son 20 yılda siyasi ve sosyal gündemi bazı meseleler çok fazla işgal etti. Bunların hepsi de hemen hemen sembolik çatışmalar. Bu sembolik çatışmalar dolayısıyla bir yorgunluk üretiyor. Bir yorgunluk toplumuna dönüştük. Gerçek meselelerimizi masaya yatırıp, gündeme alıp, bunlarla işe yarar çözümler üretmemiz lazım. Bunu yapamadıkça bir halsizlik ortaya çıkıyor. İnsanlar konuşuyorlar, düşünüyorlar, fikir üretiyorlar ama bunların bir işe yaramayacağını ve bir çözüm üretmeyeceğini düşünerek yapıyorlar. İnsanlara “Nasılsınız? İşler nasıl gidiyor?” diye sorduğunuzda hep bir kaygı, mutlu olmama, tatmin olmama hali söz konusu. İyi kazanan, iyi çalışan, iyi mevkide olanlarda bile bir tatminsizlik var. Aslında mahrumiyetten yoksulluktan kaynaklanan tatminsizliği gidermek nispeten kolaydır. İmkanları geliştirirsiniz, yeni fırsatlar oluşturursunuz bir tatmin ortaya çıkar. Ama başarılı, mevki ve varlık sahibi olduğu halde tatminsiz olanları bu tatminsizlikten kurtarmak daha güç. Bunun için ümide ihtiyaç var.

Ümidi Çoğaltmak Lazım

Ümit toplumda ortak hedef ve fikirlerin zemininde bir gelecek perspektifiyle ortaya çıkar. İnsanların birbirleriyle ihtilaf etseler dahi, çözülmesi gerektiğine müttefik oldukları konuların sayısını artırmamız lazım. Bunun için de günümüz meselelerine toplumsal ihtiyaçlar ve faydalar ekseninde bakmamız lazım. Çalışmayı, işi, üretimi çoğaltmak ümidi artırıp heyecanı çoğaltacaktır. Hedef önümüzde duruyor: “İşte Halep işte arşın!”


GENÇ'ın Yazısı.