Dine Sırt Dönen Helâk Olur!
“Hepimiz hakkında Allah’ın bir hüküm ve takdiri var. Onu keşfetmek isteyen dine dönecek. Dine dönmek, kurtuluş, mutluluk ve huzuru ancak ve ancak dinde bulacağını bilmektir. Bu bizi biz yapan mesuliyetimizdir. Kimse kaderinden kaçamaz. Dinimiz kaderimizdir.”
Gözleri gök kadar derin Genç, içeri girdiğinde Burhan gazete okuyordu. Okumak denmezdi buna, dalmış gitmişti. Muhatabını rahatsız etmemek için ayaklarının ucuna basarak bir kenara geçti, izlemeye başladı.
Burhan’ın kaşları çatılmıştı. Dişlerini sıkıp duruşu çene kemiklerinin birbirine geçişinden belli oluyordu. Yüzünden keder bulutları geçtiği görülebiliyordu. Okuduklarından mıydı? Öyleyse, vahim havadisler olmalıydı. Sabah göz attığı kadarıyla olağanüstü bir şey yoktu. Gündemler her zamanki gibiydi: daraltıcı, boğucu ve karamsar…
Çok geçmedi, Burhan onu fark etti. Tebessümüne tebessümle karşılık verdi. Gazeteyi katlarken damdan düşer gibi sordu:
- Düzelecek mi?
Genç ne tebessüm etti, ne de bir cevap verdi. Sorunun kendinde uyandırdığı his derindi. Ama Burhan’ın sorusundan çok simasına takılmıştı. Soruya mı cevap versindi, simayı mı sorsundu? Sessizlik uzadıkça kederin daha belirginleştiğini görüyordu. Sabit bir noktaya takılmış bu acıtan gözlerden sanki bütün bir zaman, mekân ve kafile kafile insan geçiyordu. Tahmini doğruydu. “Düzelecek mi” derken özel bir duruma işaret etmemişti aslında; kastı, ümmetti, İslam coğrafyasıydı, yaşanan kargaşa, zulüm ve keşmekeşti.
“Düzelecek mi?”
Genç kendini hatırladığı andan bu yana bu sorunun kendi ve çevresindekilerin hayatında ne kadar çok yer işgal ettiğini düşündü. Ne saatler, ne gayretler ve dahası ne dostluklar harcanmıştı bu uğurda. Hep cevabı aranan ve hiç bulunamayan, derin bir acizlik hissi ile kol kola giden tartışmaların içinden şimdi ne kalmıştı geriye? Bu soruya olumlu bir cevap veremiyordu.
“Ne düzeldi ki?”
Burhan gibi onun da yüzünü keder kapladı. Dişlerini sıktı, derin bir nefes alıp, zihnini bulunduğu yerden uzaklaştırmaya çalıştı. Yapamadı. Bir anda bütün enerjisini yitirmiş gibiydi, omuzları düştü, öyle kalakaldı.
Sessizliği Burhan bozdu:
- Bizim zihinlerimiz de kalplerimiz de işgal altında, coğrafyamız talan edilmiş çok mu?
Gazeteyi gösterdi:
- Kan, vahşet, gözyaşı, mağduriyet, mazlumiyet…
Gözlerinden ateş çıkıyordu sanki.
Devam etti:
- Başka? İhanet, acizlik, sefillik, aymazlık…
Sustu. Genç, Hakîm’le kalp merkezli sohbetlerinde bu tür bir konunun gündeme geldiğini hatırlamıyordu. Sadece bir keresinde “ne hal oldu bize” sorusu sorulmuş, cevabı havada kalan bu soru Hakîm’in yüzünde Burhan’ınkine benzer bir keder dalgası oluşturmuştu, bunu unutmuyordu. Çok derinden gelen ve söze mecal bırakmayan bir keder… Söze mecal bırakmayan mıydı yoksa söze getirilmeyen miydi, buna karar verememişti. Sonraları işittiği bir sözü bu bilinmeyenle ilişkilendirmişti: “Üzerine konuşulamayan hakkında susmalı.” Sonra? O da susmuştu. O gün susarak geçiştirdiği konunun şimdi içinde kanamaya başladığını hissediyordu. Eski bir dostla buluşmuş gibiydi.
Burhan dişlerinin arasından zorlukla çıkan kelimelerle konuşuyordu:
- Hayatımızın mihveridir bu. Ama soru “düzelecek mi” değildir. Soru şudur: “Düzelecek miyiz?” Bir kader var, tâbîyiz. Ama bize, niyetimize, duruşumuza ve amellerimize bakan bir taraf da var, bunu nasıl göz ardı ederiz? Umutsuz olmaya hakkımız yok. Nemelazımcılığa da… Yeni bir okuma yapıp harekete geçmek zorundayız.
Yeni bir okuma derken?
- Üç yanılgımız var. Birincisi rahatı burada arıyoruz. Cennet dünyada değil ki. Bu dünya imtihan dünyası. Sürekli sınanacağız. Niye yaşıyoruz? Güç elde etmek, dünyanın imkânlarına sahip olmak için mi? Dünyacılar var, maksatları belli, kulvarları da… Oradayız ve üzerimizde emanet gibi duran aksesuarlarla yarışa yelteniyoruz. Neyimiz var elimizde dinimizden başka? Gayesi belli bu kıymeti bizi daha iyi yarıştıracak bir enstrümana nasıl dönüştürürüz? Gelişme, ilerleme, refah, daha iyi şartlar dendi mi şansımız yok. Biz bu kavramlarla konuşamayız. Amacımız bunlar değil çünkü. Biz hak, adalet, sadelik, huzur ve basitliğe talibiz. Başkası bizi bozar. Nitekim bozmuştur da. Din öyle bir yüce gayedir ki araç olmayı kabul etmez.
Susunca, Genç araya girdi:
- İkincisi?
- Tarih boyunca hiç rahat olmamış ki. Sıkıntı hep olacak. Bu hep böyleydi, böyledir, böyle de olmaya devam edecek, çünkü insan bellidir. Hep bir sel olmuş, çoğunluk da kütükler gibi o selin önünde sürüklenmiş, ancak sele karşı yüzenler kurtulmuş. İnsanlar gelmiş, geçmiş ama imtihanları hep aynı kalmış. Kimisine sabır düşmüş, kimisine şükür. Kimisi nimete sabretmiş, kimisi mihnete. Kimisi dünya ile sınanmış, kimisi din ile. Biz de insanlık ailesi içerisinde imtihanın bir kesitinde, bir yerindeyiz. İyiler elmas gibi, kömüre nispetle azlar. Azlardan olmak garip olmak demek. Garip, dünyada yaşayıp da dünyaya tenezzül etmeyendir. Ölüp gideceğiz. Tek sermayemiz var; hayatımız. Sermayeyi hız ve hazzın yönettiği, kim ve için belli olmayan bir büyüme ve gelişme macerasına mı harcayacağız? Metaa değil kalbe yönelmemiz lazım.
Genç bu sefer gözleri ile sordu: “Üçüncüsü?”
- Bir imtihandayız. Akıbetimizi amellerimiz belirleyecek. İmtihan böyle kurgulanmış. Dolayısıyla umutsuz olmaya, büyük resme bakıp da karamsarlığa kapılmaya gerek yok. Herkes vazifesini yapacak. Haddini ve hududunu bilerek… Devasa söylemlerin içimizi karartmasına müsaade etmeyeceğiz. Develerimizin mesuliyeti önceliğimizdir.
Durdu, anladığından emin olmak için gözlerini kısarak baktı. Genç teyit etti:
- Abdülmuttalib’in develeri. Ebrehe “Ben Kabe’yi yıkacağım diyorum, sen develerim diyorsun” demişti.
Burhan başıyla onaylayarak devam etti:
- Herkes neye, ne kadar sahip olduğunu iyi bilecek. Bir canımız var. Ne zaman alınacak, bilmiyoruz; her an çağrılabiliriz. Tek bir vazifemiz var. Şu bedenden ne zaman gideceği belli olmayan bu canı ne için seferber edeceğimizi bileceğiz. Dünyanın hiçbir gayesi buna değmez. Bize dünyayı aşan bir gaye lazım. Onu da din söyler. Din için, din uğruna ve din yolunda yaşayacağız. Bunun için geldik, gerisi oyun ve eğlencedir. Bir gelecek varsa, bunu Allah’ın koyduğu kader hükmü çerçevesinde amellerimiz belirleyecek. Kaderi bilemeyiz, ama amellerimizi seçebiliriz. Zaten tek elimizden gelen de budur.
Genç dikkatle dinliyor, bir taraftan da Burhan’ın simasını inceliyordu. Keder biraz seyrelmişti, konuştukça rahatlıyordu muhtemelen.
- Hamiyet ne demek, bilir misin? Hamiyet, cahiliye Araplarının bir vasfıydı. Kur’an’ın cahiliye hamiyeti diye eleştirdiği bu vasfa sahip olanlar, boş inanç ve kabulleri koruma, kollama ve hayata geçirme çabası ile bilinirlerdi. Bize dinimiz için işte böyle bir hamiyet lazım. Hamiyet-i diniye… Dinin her şeyimiz olduğunu bilmek, can enerjimizi ve gayretimizi öncelikle dinimiz için sarf etmeye hazır olmak…
Genç muzip bir tebessümle araya girdi:
- Hani develerimizden sorumluyduk?
Burhan yüzündeki kederin salınıp gittiğini gösteren bir şekilde güldü:
- Açık mı yakaladın? Hamiyet dine değil, bize lazım. Develerimizin başka türlü peşine düşemeyiz. Develerimiz; şerefimiz, haysiyetimiz ve izzetimizdir. Hamiyet olmadan bunların ne kaynağını öğrenebilir, ne de eksikliğini hissederiz. Bunları bize veren de dinimizdir. Bizim kaderimiz dinimizle yan yana yazılmıştır, biz dinimize sırtımızı dönersek, biz olarak kalamayız. Başka bir şeye dönüşürüz. Hoş, bunu da özellikle isteyenler var ama ne tarih, ne coğrafya ve ne de miras buna izin vermez, vermeyecek.
Genç evine dönerken dine sırtını dönmek hakkında düşünüyordu. Günlüğüne ne not düşeceğini tasarlarken o gün hadis okumasını yapmadığını hatırladı. Kitabı açtı, karşısına yalancı peygamberlerle ilgili bir kısım geldi:
“Müseylimetü’l-kezzâb, Hz. Peygamber’i Medine’de beraberinde bir heyetle ziyaret ederek, ‘Şayet kendinden sonra beni halef tayin edersen dinini kabul edeceğim.’ dediği zaman Hz. Peygamber, arkadaşlarının arasında bulunan Müseylime’nin tam karşısında durmuş ve elindeki hurma dalını göstererek, ‘Elimde bulunan şu dal parçasını istesen onu dahi sana vermem. Sen de Allah’ın senin hakkındaki hüküm ve takdirini geçemezsin. (Dine) sırtını dönecek olursan Allah seni muhakkak helâk eder.’ demişti.
Genç o gece günlüğüne şu notu düştü:
“Hepimiz hakkında Allah’ın bir hüküm ve takdiri var. Onu keşfetmek isteyen dine dönecek. Dine dönmek, kurtuluş, mutluluk ve huzuru ancak ve ancak dinde bulacağını bilmektir. Bu bizi biz yapan mesuliyetimizdir. Kimse kaderinden kaçamaz. Dinimiz kaderimizdir.”
Mehmet Lütfi Arslan'ın Yazısı.